29 Ağustos 2009 Cumartesi

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Sözlerin sultanını getirmeseydi ayların sultanı olamazdı

On bir ayın kirliliği üstümüzde. Bu kirlilik el kirine, ayak kirine benzemez. Onları yıkarsın gider, Bu kirlilik yürek kiri, zihin kiri, akıl kiri, hepsinden öte tasavvur kiri.

Bilinç kirlenmesi çağın amansız bir hastalığı. Bilinci ve yüreği kirlenen insan, bu kirliliği bir biçimde elinin dokunduğuna bulaştırıyor. Sözü, düşünceyi, duyguyu kirletiyor. Kirli zihinle Kur'an okusa, zihnindeki kirlenmişliği ona da bulaştırıyor.

İbadet etse, tadını alamıyor. Tıpkı dünyanın en nefis yemeği pis bir kaba konulunca nasıl yenilmez oluyorsa, işte öyle,

Bilinç ve akıl, kâlp ve duygu kirlilliği kirlenmiş bir organ kadar kolay temizlenmiyor. “Yıkarsın gider” diyemiyorsunuz. Bu, diğerinden bin beter bir kirlilik. Kirlilik manevi olunca, ondan arınmanın yolu ve yordamı da manevi olmak zorunda.

İşte ibadetler, insanı arındırmanın, onu yaratan Allah tarafından belirlenmiş yöntemleri. Allah tarafından belirlenmiş; çünkü insanı yaratan, onun zaaflarını herkesten, hatta kişinin kendisinden de daha iyi bilir. Kur'an'ın dediği gibi: “Yaratan/yarattığını bilmez mi?”

Bildiği içindir ki, insanı manevi kir ve paslarından temizleyecek reçeteleri de en güzel o yazar. Vahiy, işte bu reçetelerden oluşmuş ilahi bir şifa hazinesidir.

İbadetler kendi başlarına amaç değildirler. Onlar, gerçekleştirecekleri daha üst amaçlar için araç kılınmışlardır.

Oruç ibadeti de öyle. Her ibadetin amaç ve hikmeti vardır, fakat bu amaç ve hikmeti, bazen o ibadeti emreden ilahi mesajın içerisinde açıkça yazılı olarak bulursunuz; bazen de, derin düşünme ve tüme varım yöntemiyle vahyi okuma sonucunda bulursunuz.

Oruç ibadetinin amacı, birincisine girer. Bizzat orucu emreden ayet şöyle başlar: “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı!” Bu ilahi talimatın hemen ardından, oruç ibadetinin insanda gerçekleştirmek istediği amaç açıkça yer alır: “Leallekum tettekûn: Umulur ki, sorumluluk şuuruna ulaşırsınız.”

Evet, orucun amacı, insanda “sorumluluk şuurunu” uyandırması, diri tutmasıdır.

Kime karşı sorumluluk şuuru?

Önce insanın kendi varoluşuna karşı sorumluluk şuuru... Çünkü insan yaratılmışların tacı, Allah'ın şaheseri olarak bir amaç uğruna yaratılmıştır.

Dolayısıyla kendi varoluşunun amacını sormak, aramak ve bulmak zorundadır. İşte insanın kendisine karşı sorumluluğu budur.

İnsan kendisine karşı sorumluluğunun bilincine varırsa, Allah'a karşı sorumluluğunun bilincine de varacaktır. İşte bu, Kur'ani ifadesiyle “takva”dır.

Bu bilinç kendisinde yer ettikten sonra insan, diğer insanlara, tabiata ve eşyaya karşı sorumluluğunu da idrak edecektir.

Bu anlamda oruç tutmak, insanın kendi iç dünyasına karşı olan sorumluluğunu yerine getirmesi anlamını taşır. Zayıflayan ruhun beslenmesi için ruhun doyurulması. Çünkü on bir ay boyunca bedene yapılan yatırım ruhu, aklı, bilinci geri plana itmiş, onları zayıf bırakmıştır. Oysa ki insanı insan eden eti kemiği değildir. O halde mesele insanı insan eden değerlerin takviye edilmesi, onların beslenmesi ve yüceltilmesidir.

İnsan, kendisini insan eden yerlerini beslediğinde karanlıkta kalan gönlü aydınlanacak, aklı aydınlanacak, bilinci aydınlanacak ve görmeyen gönül gözü görmeye, gönül kulağı işitmeye, gönül burnu koku almaya başlayacaktır.

Bu manevi gelişme, insan bilincini yüceltecek ve insan ibadeti sayesinde Rabb'iyle arasındaki ilişkiyi aktif hale getirecektir.

İşte bu ilişkide insandan yükselen ubudiyyet (kulluk) olacaktır. Allah'tan buna karşılık olarak inen ise rububiyyet (Rablik) olacaktır. Adresini bulan her yükseliş bir “miraç” olacaktır. Tabi bunun Allah tarafından verilen karşılığında ise “nüzul” yer alacaktır. Ve işte vahiy, insanoğlunun varlık sorularına Allah'ın verdiği bir cevaptır ve Allah'ın insana tenezzül buyurmasının bir sonucudur.

Son vahiy, Mekke'de, Hıra dağında bir Ramazan gecesi inmeye başlamıştı. Biz mü'minler vahyin doğum ayı olduğu için Ramazanı “ayların sultanı” bilmişizdir. Çünkü o, “sözlerin sultanı” olan vahyin insanoğlunun kararan ufkunu aydınlattığı aydır. Buradan şu sonuç çıkar: Ramazan sözlerin sultanını getirmeseydi, ayların sultanı olamazdı.

O halde Ramazan aslında Kur'an ayıdır ve bu ay tüm kutsallığını vahiyden almıştır. Bunun insana verdiği mesaj şu olsa gerektir:

Vahiy indiği ayı böylesine mübarek kılıyorsa, indiği geceyi bin aydan/bir ömürden (bin ay= 83 yıl) daha hayırlı kılıyorsa, ey insanoğlu ya Kur'an vahyi senin yüreğine, hayatına, evine, şehrine ve ülkene inerse senin değerini kaça katlar, bunu hiç düşündün mü?

Ramazan, Kur'an'la bütünleşme ayı olmalı. Kur'an sadece elimizde ve dilimizde değil, yüreğimizde, aklımızda, hepsinden öte hayatımızda olmalı.

Kur'an'ın hayatımızda olması için zaten yüce olan Kur'an'ı yüceltmeye kalkışmak gibi bir şaşkınlığı bırakmalıyız. Kur'an'ın bizi yüceltmesi için yapmamız gerekeni yapmalıyız. Hiç olmazsa bu Ramazan'da “Ey Rabbim! Ben, bana gönderdiğin mesajı şimdiye dek açıp okuyup anlamadığım için senden af diliyorum!” diyerek, Kur'an vahyine imha olmuş iç dünyamıza inşa ettirmeliyiz.

Bunu sadece kendimiz için değil, vahyin ışığına muhtaç diğer insanlar ve bu topraklarda mahzun ve mükedder olan imanın geleceği için de yapmalıyız.

Hoş geldin Ramazan, nahoş olan bizleri de hoş et!

28 Ağustos 2009 Cuma

MUSTAFA İSLAMOĞLU

“Küfre karşı orucumu bozarsam, kefaretim cehennem olsun!”

Sanki göklerden bir el uzanmış da, dünyanın yetimi en bol, öksüzü en kalabalık ailesinin başını okşuyor gibi, gözyaşını siliyor gibi, yaralarını sarıyor gibi...

Ramazan ikliminin şu topraklarda estirdiği havayı kokluyor musunuz?

Taşların bağlanıp köpeklerin salındığı şu ülkede, bir aylığına da olsa, şeytanlar bağlanacak melekler rahat edecek.

Kim bilir, nice garipler vardır ki kapıları Ramazandan Ramazana çalınır. Nice fakir fukara vardır ki, kursaklarından Ramazandan Ramazana doyası bir şeyler geçer. Nice kimsesizler vardır ki, Ramazan onların kimi kimsesi olur.

Söyleyin, Ramazan bir insan adı olsaydı ne kadar dua alır, ne kadar sevilirdi? Bu dualar ve sevgiler ona cennetin kapılarını açmaya yetmez miydi? O halde işte fırsat: Ramazanla bütünleşip serapa Ramazan olmak sizin elinizde.

Ak bir sevdayı içinde bir bebek gibi büyütenler için Ramazan'ın ifade ettiği mana çok derin. Onlar Ramazanın kitleler üzerindeki etkisine bakar, Allah'ın dönüştürücü gücünü müşahede ederler. Bin tatlıya bedel acının üzerine bir kez daha ant içerler.

Aşkın modasının geçmediğini, geçmeyeceğini söyleme cesaretleri artar. Tüm âşık u sâdıklara seslenirler. Sevdanız, acınız ve aşkınız mübarek olsun!

Yenişehirli Avni Bey, o ölümsüz mısralarında ne diyordu:

Sanman taleb-i devlet-i câh etmeğe geldik

Biz âleme bir yâr için âh etmeğe geldik

Eyvallah üstadım! Biz âleme bir yâr için âh etmeğe geldik, eyvallah!

Bu âleme “sahip olmak” için geldiğini sananlar gücün, paranın, karının, sarının, sapın, samanın ardında bir ömür koştursunlar. Biz “şâhid olmak” için geldiğimizi unutmayalım. Değilmi ki biz âleme bir yâr için âh etmeğe geldik? Bizi âh ederken görenler şekvacı olduğumuzu sanmasınlar. Bizim varlık sebebimiz bu. Cefa çektiğimizi sananlar da, safa sürdüğümüzü sananlar da yanılırlar. Hani, öyle demişti ya bu âleme bir yâr için ah etmeğe geldiğini bilenlerden biri olan Erbilli Es'ad Efendi:

Gören sanır ki sefadan sema-ı râh ederem

Döner döner bakaram kûy-i yâre âh ederem

Ya dostum! Sen dönen herkesi raks ediyor mu sanırsın? Yanılırsın. Bazıları işin keyfinde olabilir. Ama bir yâr için ah edenler, yârın yoluna bakıp “âh” etmek için dönerler.

Bazı bedbahtlara ramazan hiç gelmedi. Yazık. bazılarının kapısına kadar geldi, içerisinin manzarasını pencereden görünce kapıyı bile vurmadan dönüp gitti. Bazılarının kapısını vurdu, fakat açmadığı için kaybetti. Bazılarının yürek hanesine girdi, girdiğine gireceğine bin pişman oldu. Çünkü orayı Ramazan gibi bir gök misafirine hazır etmemişti. Gideceği günü iple çekiyor. Bazılarına ise bir geldi, pir geldi, Geldi ve bir daha hiç gitmek istemedi. Gitmedi. Bir aylığına gelmişti, ama geldiği yerde o kadar izzet ikram gördü ki, o kadar sevildi ve sevdi ki, ne hane sahibi konuğundan ayrılabildi, ne konuk hane sahibinden.

İşte bu sonuncuların Ramazanı mübarek oldu, hayatı Ramazan oldu. Şahid oldular, şahid buldular. Günah orucunu hiç bozmadılar. Harama karşı bir ömür sürecek bir oruca niyet ettiler. “Küfre ve şirke karşı tuttuğum orucumu bozarsam, keffaretim cehennem olsun!” dediler.

onlar orucu tuttu, oruç onları tuttu. Sadece oruç tutmakla kalmadılar, kendilerini de tuttular. Yani kendilerini kaybetmediler, şahsiyetlerini kumara yatırmadılar, izzet ve şereflerini ütülmediler. Onlar orucun başını dik tuttu, oruç da onların başını.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Ayların sultanı geldi, gönül sarayı harap

Ramazan'ı ayların sultanı kılan vahyin o ayda inmeye başlamasıdır. Ramazan'ı Kur'an ayı olarak bilip tasavvuru, aklı, şahsiyeti ve nihayet hayatı Kur'an'la yeniden inşa etmek, Ramazan'la yüzden değil, özden ilişki kurmak demektir. Çünkü vahiy, ilahi bir inşa projesidir. Benzetmemizden yola çıkarak söyleyecek olursak Kur'an Allah'tan insanlığa gönderilmiş bir mektuptur. Bu mektupta insanoğlunun iki cihan saadetinin formülleri kayıtlıdır.

Allah'tan kendisine gelen mektupla yüzeysel ilişkiye girenle damardan ilişkiye giren bir olur mu? Bir başka ifadeyle, Allah'ın insanlığa gönderdiği mektubu yüzden okuyanla özden okuyan bir olur mu? Veya vahyin sadece zarfıyla yetinip mazrufunu, yani içini merak etmeyen kimsenin vahye karşı ciddiyeti hangi kategoriye girer?

Netice şuraya geliyor: Eğer insan ilahi bir inşa projesi olan vahiyle ilişkisini yüzeysel tutmuşsa, ibadetlerle ilişkisi de yüzeysel kalmaya mahkûmdur. Yani Allah'tan gelen mektup hükmünde olan vahyin sadece zarfına bakan, Allah'a yollanmış mektup hükmünde olan ibadetlerin içini de boş bırakacaktır.

Yapılacak şey belli: Ramazanı fırsat bilip onun varlık sebebi olan vahiyle candan yürekten bir ilişkiye girmek. Vahyin inşasına kendini açmak için, bedenin önceliğini akleden kalbe, iradeye ve ruha vermek. Orucun maksadının, işte bunu gerçekleştirmek olduğunu unutmamak.

Müslüman şahsiyetin ve İslâm medeniyetinin kurucu unsurlarından biri olan Ramazanın bu fonksiyonunu tekrar diriltmek onun Kur'an ayı olduğunu unutmamaktan geçiyor. İmha edilmiş Müslümanca algı dünyamız inşa ve ihya edilmedikçe, imha edilmiş beşeri coğrafyamız inşa ve ihya edilemeyecektir. Kavramlar sıhhatine kavuşmadıkça, eylemler sıhhat bulmayacaktır.

Eğer Ramazan gelir de vahiy gelmezse, Ramazanın ruhunu öldürmüş oluruz.

Nedeni açık. Çünkü vahiy, ayların sultanının konuk olacağı saray olan kalbimizi tahkim eden, orayı tamir ve inşa eden bir usta. Kalbimiz bu usta elinden geçmedikçe, orada sultanı ağırlamak ne mümkün?

Sultan gelir, hoş da gelir, fakat bizi hoş bulmaz. Ya boş bulur, ya da nahoş bulur. Bu Ramazan gibi bir imkânın öldürülmesi demektir. Düşünebiliyor musunuz, Allah biz insanlara Ramazan gibi muhteşem bir kredi açıyor, bizse onu çarçur ediyoruz.

Burada ölü ibadet, diri ibadet diye bir ayrım yapmak lazım.

Ölü ibadet amacını gerçekleştirmez. İnsanı sırtlanıp Allah'a yaklaştıran bir Burak değil, insanın sırtında bir yük olur. İbadetin amacı gerçekleşmeyince, insan ondan haz almaz. Onun tadı yürek damağına değmez. Baştan savılması gereken bir unsur gibi görülür.

Ayların sultanına, baştan savulması gereken bir unsur muamelesi yapmanın vahim sonucunu düşünebiliyor musunuz? Böyle bir hane sahibinden ilahi misafir neden razi olsun? Ramazan da olmayacaktır. O yürekte kalıcı bir tat bırakmadan kaçarcasına gidecektir.

Ya bir de tersini düşünün: Eğer sultana layık bir ağırlama yapılırsa, eğer hane sahibi tarafından memnun edilirse, bu kutlu konuk ev sahibini bir biçimde memnun edecektir. Onun gönlünü görecek, ona getirdiği sonsuz bereketten hak ettiği kadar bırakacaktır. O bereketle, çöle dönmüş yürekler göle dönecektir. O bereketle, açlıktan can çekişen ruhlar kendine gelecektir. O bereketle, iman ele, ayağa, göze, kulağa ve dile gelecektir.

25 Ağustos 2009 Salı

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Ramazan festival değildir!

Din insan içindir. İbadetlerden Allah'ın değil insanın çıkarı vardır. Çünkü muhtaç olan insan, ihtiyaç giderense Allah'tır.

Allah-insan ilişkisinde ibadet insandan Allah'a ulaşan bir bilinçtir. Bu, “takva”nın ta kendisidir. İzutsu'nun yerinde tesbiti ve Esed ve Fazlur Rahman gibi muasır âlimlerin ona katılarak kullandıkları karşılığıyla “sorumluluk bilinci”...

Bu bir miraçtır. Her miraç bir “uruc”un, yani “yüceliş ve yükselişin” eseridir. İbadetlerle insan bilinci, insanlık evreninin ufkuna yükselir. Bu yükselişi Allah karşılıksız bırakmaz. Ubudiyyetiyle kendisine yönelen kula O da rububiyyetiyle yönelir ve rahmetiyle “nüzul” eder.

Allah tarafından gerçekleştirilen her nüzul, aynı zamanda bir tenezzüldür. Onun rahmetiyle insanlığa tenezzülü, peygamberlerde vahiy suretinde tecelli etmiştir.

Tüm vahiylerin zirvesi olan Kur'an vahyi, işte böylesine bir ilahi tenezzülün eseridir. “Nüzul” kelimesi Arap dilinde, “misafirin önüne çıkartılan mükellef ziyafet sofrası” anlamına gelir. Bu mana akılda tutulursa, vahyin nüzulünün ne demeye geldiği daha iyi anlaşılır.

Evet, vahiy Allah'tan insana indirilen bir “mâide”, muhteşem bir gök sofrasıdır. Bu sofra insana, insan tarafını geliştirecek gıdalar sunar. İnsanın diğer canlılarla paylaştığı hayvânî boyutunu değil, onun insânî boyutunu besler.

Vahiy, ilahi bir inşa projesidir. İnsan olmanın asgari sorumluluğunu fark ederek bilincini yücelten insanda, muhteşem bir akıl ve şahsiyet inşa eder. Tıpkı ilk muhatabı olan Sevgili Peygamberimizin tasavvurunu, aklını ve şahsiyetini inşa ettiği gibi...

İnsan yeryüzündeki varoluş amacını, ancak vahyin inşa ettiği bir bilinçle gerçekleştirebilir. Bu bilince ulaşması için insanın önce kendi anlam ve amacı üzerinde ciddi bir biçimde düşünmesi gerekmektedir.

Sahi insan hiç amaçsız olabilir mi? Ortalama ömrü insan ömrünün yüzde biri kadar olan bal arısının dahi bal yapmak gibi muhteşem bir amacı olsun da, yaratıklar evreninin şaheseri olan insanın bir amacı bulunmasın mı?

Kendisini diğer canlılardan ayıran fıtrat, akıl, irade ve diğer yetenekleriyle insan başıboş bırakılacağını, dünya bahçesinde keyfince at oynatacağını, eline verilen bunca iç ve dış imkanı nefsinin istediği gibi tahrip ve tarumar edeceğini mi düşünmektedir?

İnsanın yaratılış gayesi, “yeryüzünde varoluş amacına uygun bir hayatı inşa” etmektir. Vahiy, bu inşanın ustası olan insanın kullanma kılavuzu, prospektüsüdür. İnsan, kendi varoluş amacını doğru ve maksimum düzeyde gerçekleştirmek istiyorsa, öncelikle kendisini vahyin inşasına açmak zorundadır.

Yoksa mı?

Yoksa, işte yaşadığınız çağda olduğu gibi insan yok olur. Onun yerini insan kılığına girmiş cilalı ve maskeli nesneler alır. Siyasal ve ekonomik krizlerin tamamının kendisinden neşet ettiği “adam krizi” kronikleşir. Gerçeğin yerini yalan, hakikatin yerini imaj, değerin yerini fiyat, işlevin yerini simge, adaletin yerini güvenlik sendromu, devletin yerini dev, milletin yerini canavarlaşmış bir oligarşi alır.

Peygamberlerin çağrısını diriltmekten başka çıkar yol yok. Tüm peygamberlerin çağrısı, insanın varoluş amacını gerçekleştirme çağrısıydı. Bu çağrıya sırt dönmek, aslında insanın insanlığa yapacağı en büyük zulüm ve küresel bir ahlaksızlıktı. Bu çağrının zirvesini teşkil eden Kur'an'ın çağrısı da buydu.

Ramazan, işte bu çağrının öznesi olan Kur'an'ın doğum ayıdır. Bu doğumun oruçla kutlanması, aslında vahyin çağrısının ruhuyla mükemmel bir uyum arz eder. Çünkü oruç, insanın insan tarafını geliştirmek için hayvan tarafına “dur” demektir. İnsanın ruhunu zenginleştirip içgüdülerini dizginlemektir.

Bu amacın gerçekleşmesi, yeryüzünde varoluş amacına uygun bir hayatı inşa etmek için yaratılan insanın, yani “usta”nın eğitilmesi demektir. Bunun için de, Ramazan hem oruç ibadetiyle bir nefis ve ruh terbiyesine, hem de vahiyle bir tasavvur ve akıl terbiyesine dönüşmelidir. Ancak o zaman amacını gerçekleştirmiş olur.

İbadetler insan-Allah ilişkisinde, insanın Allah'a gönderdiği birer mektuba benzerler. İçi boş bir zarfın adresine ulaştığını düşünsek bile, bu, muhatabı tarafından kâle alınacak bir mesaj olmayacaktır.

İşte içi boşaltılmış ibadetler, böylesi içi boş bir zarfa benzerler. Bu, en azından ciddiyetsizlik olarak telakki edilecek, dahası, amacını hiçbir zaman gerçekleştirmeyecektir. Ramazanı, Osmanlı'nın kanında mikropların gezdiği çöküş dönemlerinin eseri olan “direkler-arası eğlencelerle”, onun modern versiyonu olan “konserlerle” kutlamaya kalkmak, Ramazana bir iyilik değil, onun ruhunu öldürüp cesedinin üzerinde festival yapmaktır.

Bu yukarıdaki anlayış, bireysel planda Ramazanı varsıl şişmanların bir “diyet ayı”, yoksul zayıflarınsa bir “beslenme ayı” gibi algılamalarından daha vahim bir algı biçimidir.

Neden hep “Kur'an'ın inşası” deyip durduğumuz anlaşılmıyor mu? Çünkü bu sorun, “Ben müslümanım” diyen ve samimiyetlerinde zerrece kuşku olmayan insanların İslam'ını vahyin inşa etmemesinden kaynaklanıyor.

Ne olursunuz, hangi faaliyeti yapıyor olursanız olunuz, önce tasavvurunuzu, aklınızı ve kişiliğinizi vahyin ellerine teslim ederek, kendinize bir istikamet açısı çizdiriniz. Vahyin elleriyle bir temel attırınız. Dine, dünyaya, insana, eşyaya, Allah'ın “gör” dediği yerden bakmanız ancak buna bağlı... Müslümanlığınızın Allah tarafından ciddiye alınması ancak buna bağlı...

Ondan sonra mı? İster siyasetçi olunuz, ister ekonomist... İster sanatçı olunuz, ister futbolcu... İster belediye başkanı olunuz, işter cumhurbaşkanı.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Bize rağmen yine de hoş geldin!

Ramazan, Allah'ın belirlediği gündemdir. Müminlerden bir ay boyunca tali ve günübirlik gündemlerle meşgul olmayıp, Allah'ın belirlediği gündemi yaşamaları istenir.

Ramazan, bir iç imar seferberliğidir.

Ramazan, insanın hep ihmal ettiği iç dünyasına yapması gereken seferin ideal zamanıdır.

Ramazan, nefsi terbiye, ruhu tezkiye ve şeytanı tasfiye etme dönemidir.

Ramazan, dört boyutlu maddeye beşinci bir boyut eklemek için insana verilen İlahi bir fırsattır.

Herkesin herkesle meşgul oluyor göründüğü dünyada, insanın en az ilgilendiği kendisidir. Herkesin hep birilerini kurtarmak için koşturduğu bir ortamda, insanın en çok ihmal ettiği yine kendisidir.

Ramazan, bir yıl boyunca yangın kovalayan, hatta yoksa önce yangın çıkarıp arkasından söndürmek için seğirten eteği tutuşmuş itfaiyecilerin kendi eteklerindeki yangını söndürme vaktidir.

Ramazan, hayatın yoğun ve karmaşık trafiğinde bir yıl boyunca seyreden insanın bakım ve onarıma, rektefiye ve revizyona alınmasıdır.

Tahrip edemediği değerleri tahrif eden “seküler/laikçi mantık” ve bu mantığın şifa bulmaz tezgahtarları Ramazan'ı “geleneksel bir şenlik”, Ramazan Bayramı'nı “şeker bayramı”, Kurban Bayramı'nı da “et bayramı” olarak lanse ediyorlar.

Gündemine alanlar için bir rahmet ve mağfiret sağanağı olan Ramazan'ı “iftar pidesi” ve “sahur davulu” edebiyatına kurban etmek olayı sulandırmaktır. Oysa ki Ramazan çok fazla dünyevileşen hayatımızın yeniden dinileştirilmesi ve ona aşkın bir boyut eklenmesinde bulunmaz bir fırsat olarak değerlendirilebilir.

Şimdi kendimizle tanışmanın tam vakti...

Ümmetin coğrafyasında kan gövdeyi götürüyor.

Müslümanlar uluslararası ve ulusal küfür odaklarının kıskacında.

Üniversal kafirler, bölgesel kafirler, tümü tek yumruk olup İslâm'a ve onun evrensel değerlerine saldırıyorlar.

İslâm ümmeti param parça. Her bir parçanın başına musallat edilen ulusal devletler ve baskıcı rejimlerin zulmü sürüyor.

Düşünce felç.

İlim kör.

Hikmet yitik.

Hırsızlar yönetici.

Alimler namussuzlar kadar cesaretli değil.

Böyle bir zamanda geldin ey Ramazan.

Hoş geldin ama hoş bulmadın.

Hoş bulmadın, çünkü:

İslâm İslâm'a düşman.

Müslümanın Müslümana tahammülü yok.

Papyonlu hocalar,

Köşe dönücü hacılar,

Feminist bacılar var artık.

İmanlara illet, müminlere zillet tebelleş oldu.

Kimileri dolmuşa binerken, kimileri de dolmuş taşlıyor.

Çocuğun boğuluşunu seyredenler cesedini paylaşamıyorlar.

Sevgiyi tanımadan “Müslüman” olanlar var.

Entel takılanlar, nostaljik takılanları 'ti'ye alıyor.

“Telsiz güdümlü füze”lerden sonra, telsiz güdümlü beyinler de çıktı.

Yamuk bakanlar, hatayı bakışında değil de baktığında arıyorlar.

Kerameti kendinden menkul beyler, efendiler, beyefendiler “beş arşın atlamak” için Haleb'i yetersiz buldular, artık “uzay istiyorlar.

Yeryüzünün şu kurak mevsiminde çölleşmiş gönüllerimizin dudakları çatladı.

Ey rahmet ayı,

Ey Ramazan,

Bize rağmen, yine de hoş geldin.