9 Mayıs 2009 Cumartesi

Alim ve Zalim.

Fotoğrafta spor giyinmiş, şapkasının altından kır saçları görünen yaşlı bir adam; bir hedefi taşlıyor: Edward Said. Dikkatlice bakıyorum; evet, ta kendisi.

Edward Said, Filistin asıllı bir Hıristiyan Arap. ABD üniversitelerinde bir ömür hocalık yapmış. Şimdilerde Colombia Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı profesörlüğü yapıyor. Onun Türkçe’ye de çevrilen Oryantalizm (Orientalism) adlı eserini okumayanınız varsa, hiç duraksamadan çok şey kaybettiğini söyleyebilirim.

Oryantalizm, alanının şaheseri. Said bu eserinde, Batı’nın zihninde Doğu’yu nasıl kurguladığını deşifre ediyor ve bu sayede Batılılar’ın Müslüman Doğu’yu nasıl “ötekileştirdiklerinin” tarihini yazıyordu. Kitabın amacını onun şu sözleri daha iyi verir: “Bu kitapta daha önce sözünü ettiğim nedenler dolayısıyla Modern Oryantalizm, Avrupa’nın İslam karşısında duyduğu büyük korku ve çekingenliği yansıtmaktadır.”

Ben Edward Said’i, bir Yahudi bilgini olduğu halde Uhut Savaşı’nda Hz. Peygamber’e gelip, eğer savaşta ölürse mallarının tasarrufunu kendisine bıraktığını söyleyerek savaşa katılan ve hayatını kaybedip Uhud Şehitleriyle birlikte defnedilen Muhayrık’a benzetirim. (ayrıntı için bk. Yahudileşme Temayülü) Onun ardından Hz. Nebi ona olan sevgisini şu sözlerle dile getirmişti: “O, yahudilerin en hayırlısıdır.”

Üstad Edward Said, Güney Lübnan İsrail işgalinden kurtulduğu gün oradaydı ve işgalcileri taşlayan gençlerle birlikte o da taş atarken bir Batılı haber ajansı muhabirinin deklanşörü bu tüm aydın ve alimlere örnek manzarayı ebedileştirdi. Radikal, bu fotoğrafı sayfalarına taşıdı. Fotoğraf en son Haksöz dergisinin arka kapağında yayımlandı. Kendisiyle konuşan gazetecilere “Evet, o bendim” diyor ve ekliyor: “Taş atarken çok hoş duygular yaşadığımı inkâr edemem. Galiba bir tanesini de isabet ettirdim.”

Bu ümmetin alimlerinin en büyük sorunu gerektiğinde çocuklar gibi zulmü taşlayamamak. Bakın etrafınıza; sahte bir ‘vakar’, sırıtan bir ‘kasıntılık’. Mallarme psikozu: “Biz düşünürüz, yazarız, çizeriz, emir veririz. Yaşamak mı? Kölelerimiz ne güne duruyor!”
Yaşamayanın düşündüğü ne ola ki?
Çek kuyruğundan.

Yeri geldiğinde eleştirisini teorik alandan pratik alana taşıyarak ‘taşlama’ yöntemiyle eleştirecek yüreği ve aşkı yoksa, onun entellektüelliği ne ola ki?

Çek kuyruğundan.

Savunduğu değerler uğruna yeri geldiğinde bedel ödemeyen, o değerleri savunurken samimi değil demektir. Her sahici ilim adamı, düşünür ve aydın yangın kulesinin nöbetçisi gibidir. Yangını gören nöbetçiye ‘sakin ol’ demek ihanettir; nöbetçi yangını ‘Buselik Makamında’ haber veremez. “Yangın var!” diye avazı çıktığı kadar bağırmak zorundadır. Onun çığlığından rahatsız olanlar kundakçıların suç ortağı olmayı da kabul etsinler.

Etrafınızdaki ilim adamlarına, akademisyenlere, düşünür ve yazarlara, entellektüellere bir de bu açıdan bakın. Kaçı Edward Said kadar düşüncesinin namusuna sahip çıkmaktadır? Kaçta kaçı, işgali ve işgalciyi, zalimi ve zorbayı taşlayacak bir ‘aydın sorumluluğuna’ sahiptir? Sözü söylersiniz, fakat etkisini yaratamazsınız. Sözünüzü etkin hale getiren eyleminizdir, yaşantınızdır. Geçenlerde karşılaştığım bir profesör dostum kendi değerinin bilinmediğinden şikayet ediyordu. Neredeyse millete “nankör” diyecekti. Kasım kasım kasılıyordu, belli ki beyimiz kendini “alemlere rahmet” sanmaya başlamıştı. Bana tebessüm etmek düştü.

Dostum! Celadetin yoksa, sen bir hiçsin. İmam Malik işkence gördü. İmam Azam Ebu Hanife hapiste öldü hatta öldürüldü, İmam Zeyd vuruşa vuruşa öldü, İmam Ahmet falakaya yatırıldı ve kolları kırıldı, İmam Şafii dokuz arkadaşıyla birlikte yakalandı, tüm arkadaşları öldürüldü kendisi son anda kurtuldu, İbn Teymiyye, Serahsi, Şatıbi yıllarını zindanlarda geçirdiler. Prof. Dr. Abdulkadir Avde yüzyılımızın en büyük İslam ve Anayasa Hukukçularındandı; darağacında can verdi. Prof. Dr. Seyyid Kutub’un tefsirini bunca etkili ve yaygın kılan ‘ilmi değerinden’ çok altını canıyla imzalamasıydı.

Hiç zalime taş attınız mı? Bırakınız taşı, bunca zulmün irtikap edildiğini görüp dururken hiç caddelere inip haykıranlarla birlikte haykırdığınız oldu mu? İnsanlar ölürken siz hastalandınız mı? Hapishane duvarı, mahkeme kapısı bilir misiniz? “Ayıp olur” değil mi dostum; İlim adamının vakarına yakışmaz böyle hafif işler; alim dediğin ağır oturmalı batman götürmeli, değil mi?!

Alimin celadeti yoksa, eylemi yoksa, yaşantısı yoksa, o sadece “harddisk”tir dostum, “databank”tır.

Mustafa İslamoğlu

Hasan Cemal, ne yaptın?

HASAN Cemal Kuzey Irak’a gitti, terör örgütünün şimdiki ‘şef’i Murat Karayılan’la konuştu. PKK’ya mesafeli duran Osman Öcalan, Yaşar Kaya gibi isimlerle görüştü. Tabii hepsi ‘siyaseten’ konuştular, onun için dikkatle okudum. ‘Oralarda’ nasıl bir siyasi arayış, yöneliş var diye.
Bu konuda bir fikir sahibi olmadan Türkiye’nin bu en önemli sorunu hakkında doğru yaklaşımlar geliştirmek mümkün mü?
Onun içindir ki, hem Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hem Başbakan Yardımcısı ve Terörle Mücadele Yüksek Kurulu Başkanı Cemil Çiçek Hasan Cemal’le görüşmek istediler. Önümüzdeki hafta Hasan Cemal Ankara’ya gidip Gül ve Çiçek’e izlenimlerini anlatacak.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da Hasan Cemal’le görüşüp izlenimlerini almak istediğini duydum.
‘Devlet’in bu ‘bilgilenme’ ihtiyacını duyması Hasan Cemal’in yaptığı işin önemini gösterir.

Dağdan inmek, indirmek
Hasan Cemal’in konuştuğu Yaşar Kaya Türkiye’de terörün en azgın olduğu dönemde, 1993’te DEP’in genel başkanıydı, ateşli bir PKK yandaşıydı. Şimdi Avrupa’da ‘Kürt diyasporası’nın etkili isimlerinden biridir.
Kaya, Hasan Cemal’e diyor ki:
“PKK için en doğru yol, ön şartsız silah bırakmaktır!”
Kaya artık silahlı mücadele çağının bütün dünyada geçtiğini vurguluyor.
Osman Öcalan “Artık dağdan inme zamanı” geldi diyor. Bu noktada şunu hatırlamak gerekir ki, Org. Başbuğ’un verdiği rakamlara göre, PKK, bugüne kadar 40 bin militanını kaybettiği halde hâlâ 5 bin kadar militana sahiptir. Dağa çıkışlar bitmiyor.
Demek ki, PKK’yı sürekli ayakta tutan bir ‘sosyal psikoloji’ var Kürtler arasında.
Kürt kimliğini savunanlardan PKK’ya silah bırakması için böyle baskılar gelmesi iyidir. “Dağa çıkma”nın psikolojik cazibesine karşı da tabanda tereddütler yaratır.
Genel kamuoyunda “dağdan indirme” konusunda daha fazla kafa yormayı sağlar.
Başka da yol yok; terörle kesin mücadeleye devam, aynı zamanda dağdan indirmenin yollarını hazırlamak.

Uzun ince yol
Onlar da Org. Başbuğ’un Akademi’deki konuşmasını pür dikkat izlemişler; “asker ne düşünüyor”u anlamak için. Karayılan’ın söylediği şu:
“Askerde eskiye göre biraz farklılık var, değişiklik var. Ama buna karşılık siyaset eksikliği, liderlik eksikliği var. Hükümet bir açılım yapsa, biz de gerekeni yaparız. Keşke bir adım atılsa...”
Bunlar ‘o taraf’ta bir çözülmenin değil ama “silahlı mücadele” heyecanında bir aşınmanın başladığının işaretleridir.
Bundan başka, Karayılan “Artık daha makul çizgideyiz, bizim yaptığımız olumsuzluklar da var” diyor; terörü “sınırlı tuttuklarını” söylüyor. Bu ne demektir? PKK artık “makul gözükme” ihtiyacını duyuyor demektir.
Çeyrek asırdır PKK’yı ayakta tutan potansiyelin silah bırakıp Türkiye’nin siyasi ve sosyal sistemine entegre edilmesi çok uzun, çok dikkat isteyen bir süreçtir. Uzun, ince bir yol.
Bunlar ön işaretlerdir; böyle başlıyor bu süreçler.
Hasan Cemal’in röportajı, PKK’nın toplumsal tabanına artık silahlı mücadele çağının geçtiği mesajını iletirken, devlete ve hepimize de “dağdan indirme” konusunda kafa yormamız gerektiğini hatırlattı.
İyi iş yaptın Hasan Cemal!
Bu noktada DTP’liler de artık tahrikçi söylemlerini bırakmalıdır.
En önemli mesele, etnik milliyetçiliği besleyen psikolojinin yumuşaması, gevşemesidir. Bir defa bu yola girilsin, zamanla farklılıklarımıza saygı göstererek birlikte yaşamak kolaylaşır.
Bakın, Bask bölgesinde, Franco’dan sonra 35 yılda gelişen demokratik süreçler ETA’yı marjinalize ettiği gibi, nisandaki seçimlerde Bask halkı Bask milliyetçisi PNB’yi de bölgesel iktidardan düşürdü!
Taha Akyol

"İlerici" eşekler

Tek parti devrim, çok parti karşıdevrim demekmiş... Altmış yıldır sandıktan hep gerici iktidarlar çıkıyormuş... İşte bu nedenle demokrasi zararlıymış...
Çevrenize bakınız, bu kafada olan kimbilir kaç kişi göreceksiniz. Bunlar "esas olarak" CHP taraftarı, bir kısmı da kendini sosyalist sanan tiplerdir.
"Sandıktan hep gerici iktidarlar çıkıyor" cümlesini de "bizim parti bir türlü çıkamıyor" şeklinde tercüme edebilirsiniz.
Sandıktan çıkan iktidarlar, kalkınmayı sağlayan, ekonomiyi canlandıran, kapitalizmi geliştiren, milli geliri arttıran, yani gerçekten "ilerici" iktidarlardır oysa! Bu nedenle halk hep onların yanında olmuştur.
Berikilerin ilericiliği, "senfoni orkestrası", "cumhuriyet öğretmeni", "maarif klasikleri" falan filan ilericiliğidir. "Geçen akşam Fazıl bir konçerto çaldı, vallahi Atatürkçülükten gözlerim yaşardı kardeş" basitliğidir.
"Eğitim şart" ucuzculuğu da bundan kaynaklanır.
Aha daha dün yazıyorlardı: Köy Enstitüleri kapatılmasalarmış Mardin katliamı yaşanmazmış. Çünkü bütün katiller eğitim görecekler, mandolinle Mozart çalacaklar, tenis oynayacaklarmış o zaman.
İçlerinde, "diploması olmayan oy veremesin" diyecek kadar sapıtanlar da görülmüştür. Bunlar "yalnızca yüksek okul mezunlarından oluşan ve bir kısmı da atamayla gelen bir üst meclis" fikrine de çok sıcak bakmışlardır, yarın bir anayasa değişikliği paketine "1961 senatosu" önerisi de girse, alkışlayacaklardır.
"Dağdaki çobanın oyuyla benim oyum bir olamaz" yaklaşımı da bu kafanın ürünüdür tabii.
Azıcık okusalardı, azıcık öğrenselerdi, Batı'da demokrasi mücadelesinin nerelerden geçip nerelere geldiğini bileceklerdi... Eğitim şart diyorlar ama kendilerini eğitmeye yanaşmıyorlar!
Çünkü eğitimden anladıkları, "kız muallim mektebi" eğitimi... Otuz beş kuruşa beyaz kapaklı Sophokles alıp okursan, iş bitiyor (Milli Şef'imizin önsözüyle tabii.)
İki yüz yıl kadar süren demokrasi mücadelesi, tam tersine, dağdaki çobanın oyuyla şehirli kibarın oyunu bir ve eşit duruma getirmek üzerine kuruluydu.
Bir dönem Fransa'da yılda belli bir oranda vergi ödeyemeyen oy kullanamazdı... 1830 devriminin önemli nedenlerinden birisi basın özgürlüğü kavgası, diğeri de yılda o zamanın parasıyla 300 Frank gelir vergisi olan "seçmenlik eşiğini" yılda 200 Frank'a indirmek olmuştur. Böylelikle, daha önce oy kullanamayan birçok küçük burjuva da seçmen olabilmiştir. Bu amaçla Paris sokaklarında kan dökülmüştür.
Ayrıcalıklar için değil, eşitliğin genişletilmesi için ölmüş ve öldürmüşlerdir Fransız devrimcileri!
Sonra da kısıtlamalar bütünüyle ortadan kalktı. Bunun için Fransa'da iki devrim, bir darbe, bir de iç savaş daha gerekti.
Bizim "eşek ilericiler" de tam tersine ayrıcalık istiyorlar!
"Sandıktan benim istemediğim partiler çıkıyor, cahil halk kime oy vereceğini bilemiyor, çobanın oyu bir oy sayılacaksa benimki iki sayılsın, ya da en iyisi okul bitirmeyen oy veremesin" diyenler ülkeyi demokrasi mücadelesinin en başlarına geri döndürmeyi önerdiklerinin farkındalar mı?
Demek ki asıl gerici onlardır!
Ne demişti Abraham Lincoln, demokrasi için?
"Halkın, halk için, halk tarafından yönetimi"...
Halk şu anda Çankaya köşkünde, başbakanlık konutunda, bakanlıklarda... Tornacının oğlu cumhurbaşkanı... Peki bu formülde otuzlu yılların iri kalçalı öğretmen hanımı nerede, kara kolluklu memur beyi nerede, sıfırcı profesörü nerede?
Yoklar. Dalkavukları da bu nedenle çatır çatır çatlıyorlar.
ENGİN ARDIÇ

Gelecek yüzyıl islamın yüzyılı olacaktır. M.İslamoğlu

Devrimlerin birçok değerini olduğu gibi takvimini de (dolayısıyla zaman tasavvurunu) devirdiği biz 'cumhuriyet kuşakları', miladi 20. yüzyılın, insanlığın en uzun yüzyıllarından biri olduğuna bizzat tanıklık ettik.
20. yüzyıl ideolojilerin yüzyılıydı. İnsanlığa mutluluk ve esenlik vaat ederek çıktılar, kan, gözyaşı ve mutsuzluktan başka bir şey getirmediler. Yaktılar, yıktılar ve en sonunda kendileri de yıkıldılar. Alternatif diye sunulan ve fakat tüm meziyeti 'daha az kötü olmak' olan ideolojiler de içinde, Batı kaynaklı ana ideolojilerin istilasına uğramış çevre ülkelerde dölleme yoluyla peydahlanan geri ve azgelişmiş ideoloji müsveddeleri de yıkılacaklar, yıkılmaya mahkumdurlar.

Alfred Sauvy'nin kitabının adını hatırlayalım: Avrupa Batacak (L'Europe Submergee). Bu fikir bana ait değil, bir batılıya ait. Doğruluğu ya da yanlışlığı tartışılır, fakat tartışılmayacak bir gerçek var: 20. yüzyıl Avrupa sayesinde insanlığın en kanlı yüzyılı olarak tarihe geçti ve bu gerçeği kimse saklayamaz.

İnsanlık tarihinde, sadece 30 yıla iki dünya savaşını ve 60 milyon ölüyü sığdırabilme becerisini gösteren bir başka uygarlık hatırlamıyorum. İlerlemenin ve gelişmenin bedeli buysa, ilerleyen ve gelişen insanlık, erdem, ahlak, adalet ve özgürlük gibi üstün değerler değil; cinayet, vahşet, bencillik, taassup, zulüm ve baskı gibi reziletlerdir.

30 Ocak 1933 tarihinde Adolphe Hitler iktidara geldiğinde "Biz 1000 yıllık geleceği yaşıyoruz" demişti. ("28 Şubat 1000 yıl sürecek" lafı, Hitler'in bu lafına ne kadar da benziyor!) Çok değil sadece 10 yıl sonra 30 Ocak 1943 tarihinde Stalingrad Antlaşması'nda ise Führer yalnızca iki sıfırda yanıldığını hayal kırıklığı içinde anlayacaktır.

Bilimsel-teknolojik gelişme?

İnsan kendisini ana rahmi gibi merhametle bağrına basan dünyanın geleceğini katil bir cenin gibi öz elleriyle yok ediyorsa, bu 'gelişme'nin ne menem bir gelişme olduğu sorgulanmalı değil mi?

Bu gelişmeye rağmen İLO raporlarına göre hala dünyada yetersiz beslenme ve açlıktan yılda yaklaşık 100 milyon insan ölüyor. Asıl kıyamet; Hindistan, Hollanda kadar gübre kullanmaya; her Çinli, Amerikalı kadar tüketmeye başlayınca kopacak. Hobbes, "insan insanın kurdudur" gerekçesiyle devleti savunuyor ve devletin güçlenmesini istiyordu. Ona göre, devlet güçlenirse "kurt kanunu" uyarınca insanlar birbirini yemekten vazgeçerlerdi. Şu garabete bakın ki, 'devleşen' devlet, kurt kanunundan bin beter bir 'dev kanunuyla' tüm kurtların yanında kuzu kalacağı kadar azmanlaştı. 20. yüzyıl, işte bu rolü oynayan 'ulus devletlerin' altın yüzyılıydı.

Dünya jandarmalığı rolünü yüzyılın ilk yarısı kapanırken Birleşik Krallık (İngiltere)'dan devralan Birleşik Devletler (Amerika), ince ayar emperyalizmiyle yüzyıl biterken dünya imparatorluğunu ilan etti. Şimdilerde ABD tüm tanrısızlar için bir yarı-tanrı, Beyaz Saray ise tüm mabetsizler için küresel bir Parthenon. Bu putlarevinin Zeus'unun Monika macerası, geri kalan dünyanın başına musallat edilen Beyaz Saray kapıkullarının sadece ağızlarını sulandırıyor.

Ahlak mı?

En son nerede görülmüştü!

Fıtrat egemen olacaktır

Yukarıdaki soru, cevabı basit bir soru. Çünkü ahlakın görüldüğü yer islamın görüldüğü yerdir. Dikkat et ey okuyucu; "İslam'ın" diye yazmadım, "islamın" yazdım. Bununla, dinler tarihinin konusu olan ve 1400 yıllık bir tarihe sahip olan İslam'ı değil, Adem'in, Nuh'un, İbrahim'in, Musa'nın ve İsa'nın (selam tümüne) mensup olduğu, insanlık tarihinin tüm iyilerinin doğal üyesi olduğu "fıtrat yolu olan islamı" kastettim.

Evet, ahlakın görüldüğü yer islamın görüldüğü yerdir; batıda ya da doğuda, Çin'de ya da Maçin'de, farketmez.

"Ben müslümanım" diyenleri gelecek yüzyılın hakimi yapacak bir numaralı silah da işte budur: Ahlakın ve erdemin mümessili olmak. Çünkü, dünyada ne azalırsa, onun değeri o oranda artar. Şu anda dünyadaki en değerli şey ahlak ve erdemdir. Çünkü, Modern Batı Uygarlığı, bencilliğin, çıkarcılığın, ikiyüzlülüğün, hadd bilmezliğin, ahlaksızlığın 'yükselen değerler' olarak takdim edildiği küresel bir sapmaya dönüştü.

Tüm Avrupa'da, mevcut demografik verilere göre 2020 yılında nüfusun % 65-70'ini yaşlıların teşkil edeceği tahmin edilmekte. Buna % 10-15 de çocukları ekleyin, söyler misiniz, bir toplumun % 80'ini oluşturan çocuklar ve yaşlıları ilgiden, şefkatten, sevgiden, fedakarlıktan ve vefadan daha çok ne mutlu edebilir?

İşte o zaman farkedecek sosyal güvenlik uzmanları, ahlaksız ve erdemsiz bir toplumda "sosyal güvenliği" sağlamanın, mutluluktan ağlayan bankamatik icad etmek kadar imkansız olduğunu.

21. yüzyılı "milenyum hurafesi" diyebileceğimiz bir duygusallıkla karşılayanlar, gelecek tasarımlarına Allah'ı da dahil ediyorlar mı?

Allah'sız bir gelecek tasarımı, başta ahlaksız ve anlamsız bir gelecek tasarımıdır. Hayat tüm anlamını Allah'tan alır. Elbette, gelecek binyılda da insanoğlu ölümü öldüremeyecek, yine ağlayanlar ve gülenler, inkar edenler ve iman edenler, Firavunlar ve Musalar, zalimler ve mazlumlar olacak. Fakat hayatına Allah'la anlam katanlar, değil sevinçlerini, acılarını ve sancılarını dahi anlamlı kılacaklardır.

Acıları ve sancıları anlamlı kılan bir inanç sistemi, gelecek yüzyılı inşa için uygulamaya konulacak bir medeniyet projesinin en büyük güvencesidir. Bu da islam ve İslam'dır ("fıtrat ve Kur'an'dır" biçiminde de okuyabilirsiniz.)

Duruşunuzu kontrol edin. Mevcut küresel sapmanın tek alternatifi olan bir inanç sistemine mensup olmanın gururunu yaşama hakkına ne kadar sahip olduğunuza siz karar verin. Yeryüzünün ikindisini yaşadığı bir zaman diliminde, "ve'l-asr" ile andınızı ve adınızı tazeleyin:

"Asra yemin olsun ki, insanlık hüsrandadır. Ancak iman ede(rek aklının güvenliğini garanti altına alan -çünkü akıl kendini güvende hissetmediği zaman çalışmaz-), güzel ve yararlı davranış ortaya koyan, hakikati tavsiye eden ve (bedelini ödemek gerektiğinde) hakikat üzerinde direnişe çağıranlar müstesna."

Kábusun dönüşü

Bir çift söz de onun için söylemezsem, haksızlık olur. En başta, canını yaktıklarıma haksızlık olur...

Bir ‘beyefendi’den sözedeceğim.

Bu beyefendinin ismi, Hüsamettin Cindoruk.

Bugüne kadar bize ustalıkla ‘DP’li’ymiş, ‘yeter söz milletindir’ düsturundan yanaymış gibi yaptığı için gözden kaçtı.

Oysa, cismiyle, söylemiyle, siyasette tuttuğu yerin kalitesi ve mahiyetiyle apaçık ortada...

Kendisi, bir dönemin ‘davul’lu, ‘jaguar’lı kolpa muhalefet partisinin genel başkanıydı; bir tür ‘Özal çürütmeciliği’ yaparak siyaset gündemine girdi; muhalefeti ucuzlattığı yetmiyormuş gibi, siyaset kurumunun ağırlığına halel getirecek ucuz halk dalkavukluğu söylemini benimseyerek ‘bir yaşına daha girmemizi’ sağladı.

Arkasında kim vardı?

Kim olacak?

Büyük hırsların adamı muhterem Süleyman Demirel...

Çırak Özal’ın Çankaya’da hitam bulan olağanüstü siyasi yükselişi pek çok ustayı, bu arada ‘tescilli usta’ Demirel’i kızdırmıştı. ‘O oluyor da, ben niçin olamıyorum’ların Demirel’i olarak, siyasi kavgasını rahmetli Özal’a odakladı ve arkasından ‘çürütmeci’ kadrosundan Cindoruk’larını, Kıratlıoğlu’larını, Sezgin’lerini devreye soktu.

Başarılı da oldu.

Başarıda aslan payını, bize ustalıkla ‘DP’liymiş gibi’ yapan, ama esasında iflah olmaz bir ‘statükocu’ olan Sayın Hüsamettin Cindoruk’a ayırmak lazım.

Cindoruk’un ‘davul’lu, ‘jaguar’lı geyik partisi süreç içinde kendisini DYP’ye dönüştürdü ve muhterem Demirel’i yeniden tebelleş etti Türk siyasetinin başına.

Sonra kötü, çok kötü bir süreç başladı.

Bizi ‘koalisyonlar dönemine’ mahkum eden bu süreç, aynı zamanda terörün azdığı, enflasyonun patlama yaptığı, ‘kim ne veriyorsa, benden beş fazlası’ diskurunun sahici siyasetle yer değiştirdiği ‘kötü-ötesi’ bir siyasi süreçtir.

Mimarları da, Sayın Hüsamettin Cindoruk’la, çok muhterem Süleyman Demirel’dir.

Hep de netameli dönemlerde karşımıza çıkan Cindoruk, ‘28 Şubat sürecinde’ bir kez daha kafa çıkardı.

Bu kez, Çankaya sakini adına, koalisyon ortağı DYP milletvekillerine el attı. Ayarttığı milletvekilleriyle Meclis aritmetiğini bozdu ve hükümetin el değiştirmesini sağladı.

Küçük bir itirafı araya sıkıştırmama izin verin:

Fıkra anlatmayı beceremem... Paragraf arasına Ziya Paşa’dan beyitler serpiştiremem... Bilmece, bulmaca, atasözü, darbımesel, vecize, savsöz işlerini hiç kıvıramam.

Fakat, kader beni, ‘hikmetli söz’ kullanımını zorunlu kılan bir noktaya sürükledi.

Dolayısıyla, ‘Eskiye rağbet olsaydı, bitpazarına nur yağardı’ sözünü bir şekilde araya sıkıştırmam lazım.

Buradaki ‘eski’, sayın Hüsamettin Cindoruk oluyor.

DP’li olduğunu söyler, inanmayın.

Menderes’in avukatı olduğunu söyler, inanmayın.

Ülke için elini taşın altına koyduğunu söyler, inanmayın.

Sadece Demirel için elini taşın altına koyar ve varlığını statükonun muhafazasına adar. Başka da bir şey gelmez elinden.

Bu kez, ‘Ergenekon sanıklarını’ anlayan, kollayan ve ‘darbeler sürecini’ meşrulaştıran bir söylemle geliyor.

Muhterem Süleyman Demirel’in işaretiyle, 16 Mayıs’ta DP’nin başına geçecek, Türk halkını bir kez daha ‘anakronik Demirel zihniyeti’yle karşı karşıya bırakacak.

Bu gibi durumlarda genellikle ‘başarı dilekleri’ sunulur.

Ama ben başarı dilemiyorum.

Bu kábusun bir an önce Türkiye’nin başından uzaklaşmasını istiyorum.

Ahmet Kekeç

"Amcasının kaymakamı"

Başlıktaki ifade, Elveda Rumeli dizisinde geçiyor sık sık.
Sütçü Ramiz, Pürsıçan kasabasının kaymakamından bahsederken, sevimli Rumeli lisanıyla, bir yakınlık ifadesi olarak kullanıyor onu.
İfade, Cindoruk'un Demirel'le ilişkisini tanımlamak isterken geldi aklıma.
Belki şöyle denebilir:
"Babasının emanetçisi..."
Onun adı "Emanetçi"ye çıkmıştı '80 sonrasında...
Sonra yerini Baba'sına devretti.
Baba sonra Cumhurbaşkanı oldu, sonra 28 Şubat'çı oldu, sonra emekli oldu.
Ama Baba'nın davası bitmedi.
Ama Baba'nın davası bitmedi.

28 Şubat'tan sonra öyle bir şey oldu ki, Demirel'in yüreğinde ukdeye dönüştü.

Demirel'in 28 Şubat'ta tasfiye sürecine katıldığı bir çizginin uzantısı, halk oyu ile iktidara geldi. Tayyip Erdoğan Demokrat Parti çizgisini alıp götürdü. Ukde, oturdu boğazına birilerinin.

Sonra 28 Şubat iradesi istikametinde arayışlar başladı.

Patalya - matalya toplantıları, diyalog - miyalog arayışları, eski milletvekilleri ile ilişkiler, emekli askerlerle dirsek temasları falan...

İşin bir ucu şimdi Ergenekon'da.

Bu arada, Demokrat Parti'de de gelişmeler oldu. Süleyman Soylu diye bir genç adam, Tayyip Erdoğan'a çok yakın, belki ondan biraz farklı duruşu ile partiyi aldı, meydan meydan dolaştı, net duruşlar sergiledi ve seçimlerde varlık gösterdi.

Baktılar birileri:

-Azıcık bir alan vardı o da elden gidiyor.

Bay Cindoruk işte böyle bir telaş ortamında meydana çıkarıldı.

Onu, 75 yaşında gençlik numaraları yaparken görmek, dudaklarında kendine has gülümsemenin de hatırlattığı gibi, gerçekten dramatik bir hadise.

O gençse, Demirel daha gençtir. Neden o çıkmadı ki meydana?

Asıl onun taşın altına koyması gerekirdi elini...

Bu işi kurtarsa kurtarsa o kurtarır?

En 28 Şubat marifetlisi odur.

Cindoruk mu?

Geç onu...

O çizginin nesli tükenmektedir.

O çizgi, 28 Şubat'ta bütün maskesini çıkarmıştır.

Cindoruk'un son 10 yılda sergilediği imaja bakanlar, onun dilini, Demirel'in yaptığına benzer tarzda, 28 Şubat mantığı istikametinde nasıl eğip büktüğünü ayan - beyan görürler.

2009 yılında, milletin kazandığı politik şuur, Demirel - Cindoruk vs... abra - kadabrasına kanmayacak bir olgunluk seviyesindedir.

Bundan böyle, Demirel - Cindoruk hamlelerinde, trajikomik sahneler izlemeye hazır olmalıyız. Ama komedi oyununda değil.

Demirel, Büyükanıt'ı "Devlet hasta ise neden düzeltmedin?" diye hesaba çekiyor.

Ne demek bu?

Demirel "Askerin devleti nasıl düzelttiği"ni bilmeyecek adam değildir.

Sorsanız, demogojik bir cevabı mutlaka vardır, ama işte bunun adı tam da 28 Şubat mantığıdır.

İbretlik işlerdir bunlar.

Cindoruk'u siyaset sahnesine süren kader tecellisi, yanlış bir çizginin ibretlik akıbetini seyretmemizi mi istiyor, kim bilir, belki... Kim bilir.

ALİYEV - SARKİSYAN - NE HABER?

Bir süre önce, kıyametler kopuyordu.

-Türkiye, Amerika ile ilişkileri düzeltmek için Azerbaycan'ı satmak üzereydi. Karabağ'ı unutmuştu.

Sınırları açacaktı!

AK Parti iktidarı ihanete doğru koşuyordu.

Azerbaycan'da herkes ayaktaydı. İktidar, muhalefet, medya... Halk da "Ne oluyor bu Türkiye'ye?" diye sorar hale getirilmişti.

Hatta Moskova'ya gidilmişti. Putin'le masaya oturulmuştu. Enerji işbirlikleri rafa kaldırılmak üzereydi.

Bu Erdoğan - Gül ikilisine iyi bir ders vermek gerekiyordu.

Gül'ün Erdoğan'ın izah çabaları boşunaydı.

İçerde de, bütün Ergenekon camiası bu ihanete inanmıştı. Muhalefet liderlerinin öfkesi kürsüleri yıkıyordu.

Ne oldu?

Prag'da, Aliyev'le Sarkisyan, yani Azerbaycan ve Ermenistan devlet başkanları, Amerika'nın çöp-çatanlığında buluştu. Bir yol haritasında anlaştılar. El sıkışmadılar ama, yeni bir sürecin başladığını dünyaya ilan ettiler. Bu sonuca gelmede de Türkiye'nin katkıları oldu.

Peki bu durumda kim ihanet etti Azerbaycan davasına?

Aliyev mi?

Var mı Aliyev'i "Ne yaptın sen?" diye suçlayan bir Allah'ın kulu? Azerbaycan'da, Türkiye'de? Yok. Tık yok.

Böyle oluyor bizde politika?

SKANDAL

Güneş Operasyonu'nun yapıldığı dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, 32'nci Gün programında, M. Ali Birand'ın "Bütün Silahlı Kuvvetlerimiz Kandil'e gitse bile PKK bitirilemez mi?" sorusuna "Bitirilemez" diye cevap veriyor. Bu, tam da, PKK'nın şu andaki birinci adamı Murat Karayılan'ın Hasan Cemal'e söylediği "PKK askeri operasyonla bitirilemez" ifadesine benziyor. Bunun adı skandal değilse nedir?

Ahmet Taşgetiren

Kur’ân hayatımızı düzenliyor...

İlâhi kitaplar 104 tanedir. Bunlardan yüzü sahifeler halindedir ki, Hz.Âdem (AS)'e, Hz.Şit (AS)'e, Hz.İdris (AS)'e ve Hz. İbrahim (AS)'e gönderilmiştir. Dördü de büyük kitap olarak Hz. Musa (AS)'ya Tevrat, Hz. Davud (AS)'a Zebur, Hz. İsa (AS)'ya İncil, Hz. Muhammed (SAV)'e de Kur'ân-ı Kerîm Arapça olarak vahyedilmiştir.

Kur'ân; "okumak" anlamına gelir. "Kur'ân-ı Kerîm, bir benzerini meydana getirmekten insanları ve cinleri âciz bırakan, Peygamberimiz'e vahiy yoluyla gelen, harflerle yazılı bulunan, nesillerden nesillere tevatüren (içinde yalan ihtimali olmayan kuvvetli haber) nakledilen ve tilaveti (okunması) ibâdet olan bir ilâhi kelâmdır."

Bu tariften de anlaşıldığı gibi:

• Kur'ân'ın benzeri getirilemez...

• Kur'ân, Allah (CC) tarafından Cebrâil (AS) aracılığıyla ve vahiy yoluyla gönderilmiştir.

• İki kapak arasına alınan Kur'ân sahifelerinin tümüne Mushaf adı verilir.

• Kur'ân tevatür (içinde yalan ihtimali olmayan kuvvetli haber) yoluyla gelmiştir.

• Kur'ân'ı okumak ibadettir.

• Son din İslâm, son Peygamber Hz.Muhammed (SAV), son kitap Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bunlardan sonra başka din, başka peygamber, başka kitap ve artık vahiy de gelmeyecektir. (Kur'ân-ı Kerîm, Ahzab Sûresi, Âyet: 40)

Allah (CC) bizden Kur'ân'ın yaşanmasını istiyor, yaşanması gayretini göstermemizi istiyor. Bunu, malımızı, canımızı feda ederek sağlamamız isteniyor. Niye malımızı, canımızı feda edemiyoruz? Eksiğiz, noksanız. Bizim bu noksanlığımızı giderecek olan Kur'ân'dır. Peygamberimiz Efendimiz, mânen ölmüş kâfirlere gönderildi. Peygamberimiz onlara Kur'ân'ı okudu, onları Kur'ân ile diriltti. Mânen öleni diriltecek olan Kur'ân'dır. Ölmüş kalpleri canlandıran yegane vasıta Kur'ân'dır. (Şûra S. Âyet: 52) Onun için ruhların ruhu Kur'ân'dır. O'na sarılan canlıdır. Yolundan sapmış olanların doğru yolu bulması Kur'ân ile olacaktır. Doğru yolda olanların yükselişi yine Kur'ân ile olacaktır. Peki, yaşanan, hayat nizamı olarak gelen Kur'ân nerede? Kendi elleriyle Kur'ân'a hayat hakkı tanımayanların sonu cidden karanlıktır.

Kur'ân'dan uzaklaşan toplumlarda gasp, hırsızlık, soygunculuk, hortumculuk, huzursuzluk süratle artar. Hepimiz bu dertten mustarip değil miyiz? Istırabımızı giderecek olan Kur'ân'dır.

Kur'ân'a bağlı olmayan bütün başlar serseridir. Kur'ân, Allah'ın nurudur. Kim bu nuru söndürmek için üflerse o cehennemdeki alevlerini artırır. Kurbağa sesinden su bulanmaz.

Kur'ân'a saygı Allah'a saygıdır. Kur'ân'a saygısızlık Allah'a saygısızlıktır.Herkes O'na saygısı ölçüsünde yükselir. Osman Gâzi Kur'ân'a olan saygısıyla yükselmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'i, sıkıntı ânında başvurulan rahatlama vâsıtası olarak görmek O'na ihanettir. Kur'ân'ı yalnızca yaşama ilkelerinin bütünü olarak görmek asıl mü'minin harcıdır.

Kur'ân, Allah'ın insanlara verdiği belgedir. Hesaplaşmak, Kur'ân'a göre yapılacaktır.

Müslümanlar hepimiz Kur'ân'ı öğreneceğiz, öğreteceğiz ve yürüyen birer Kur'ân olacağız. İçinde bulunduğumuz zulmetten kurtuluşumuzun yolu budur.

Mevlüt Özcan

Ey dal uçlarının sıcak nefesli çiçeği...

Ne haldeydi o ağaçlar! Ne kadar da gözden düşmüştü o tohumlar! Kurumuş kemik gibi dallarında ne bir umut görüyorduk çiçeklere dair ne bir işaret vardı çiçeklere dair... Karlar altında, taşlamış dal uçları, kurumuş budakları, soğumuş gövdeleri, geçen yılın baharında salkım saçak çiçeğe ve yaprağa ve meyveye durduklarına inandırmaz olmuştu gözlerimizi.. Sanki unutulmuşlardı... Sanki küsmüştü onlara, geçen bahar onları gelinler gibi baştan ayağı çiçeklerle bezeyen Yaradan... Önce yapraklarını almıştı ellerinden.. Meyvelerini kurutmuştu dal uçlarında.. Bir anda gözden düşüvermişti erik ağaçları, kiraz ağaçları.. İnciri yoksa ne diye dönüp bakayım ağacına? Elması bitmişse, ne diye hatırını sayayım dallarının? Hem sonra ne çok çiçek vardı toprağın yüzünde? Bir anda soluvermişlerdi? Sanki onlara pırıl pırıl hayat vaadeden, rengarenk güzellikler bahşeden arkasını dönüvermişti sonbaharda..
Ama şimdi..
Kemikler gibi kurumuş dal uçlarında bir şehrayin başladı. Taşlaşmış ağaç gövdelerinde bir hayat çağlayanı akmaya başladı. Küsüldüğünü sandığımız budaklardan çiçek çiçek hayatlar fışkırmaya başladı. Nazlı gelinler gibi süsleniyor kurumaya terk edildiğini sandığımız ağaçlar... Demek ki onların da bildiği, şimdi okumamızı istediği bir haber var:
"Ve'dduha ve velleyli iza seca... " /"Tanık olsun kış gecesinden bahar doğumunun çıkışı.. Tanık olsun çekirdeklerin kalın kabuklarından hayatın filizlenerek doğuşu.. Ve tanık olsun taşlaşmış gövdelerinde unutulmuşluğun karanlığının giderek derinleşmesi.. Ve tanık olsun toprak altında unutulan, ayaklar altında ezilen çekirdek ve tohumların unutulmuşluğun, gözden düşmenin dibinde yitmesi.. "

Ey taze bahar, ey dal uçlarının sıcak nefesli çiçeği, ey çamurlar içinden başını uzatan pak yüzlü papatya, ey gözlerden uzakta kaldığı sanılan kemikleşmiş ağaç, taşlaşmış dal uçu, körleşmiş budak.. Bakma unutulduğunu sananlara... Aldırma Rabbinin gözünden düştüğünü sanıp gözleri yanılanlara..
"Ma veddaeke Rabbüke vema kala.."/ "Rabbin seni ne terk etti ne de sana küstü."

Hele dur, bak daha neler neler olacak. Sana şimdilik verilenlerden fazlası verilecek. Elinde şimdi olanlar sonraları daha da çoğalacak. Kıştaki halinden daha güzel olacaksın. Yapraklara bürüneceksin, binbir kokuyla bezeneceksin, meyvelerle sevindirileceksin...
"Vele'l ahiretu hayrun leke mine'l ula..." /"Bundan sonrası senin için öncekinden daha hayırlı olacak.."

Ellerinde sevinçler olacak. Dal uçlarında kuşlar cıvıldayacak. Gölgene insanlar toplanacak. Büründüğün kokulardan ruhlar rayiha emecek.. Yaprakların arasına meyveler konulacak.. Şükür yumağı memnuniyetler doğuracaksın.. Yüzünün paklığında, renklerinin canlılığında nice tefekkür ve şükür çiçekleri açtıracaksın.. Sana dokunmak bir ayrıcalık olacak. Seninle olmak başlı başına bir umut olacak... Gözde olacaksın her daim. Meyvelerin el üstünde tutulacak...

"Vele sevfe yu'tike rabbüke feterda..." /"Rabbin sana bahşedecek ve sen de bundan hoşnut ve razı olacaksın.

Hatırlar mısın kış ortasındaki yetimliğini.. Gözlerden ve gönüllerden ırak halini.. Varlığnın unutulup ayaklar altında ezildiğini. Hayatın memesinden emmekten kesildiğini.. Yaprak yaprak hüzünlerle yere savrulduğunu.. Köklerinden suyun çekildiğini..

"Elem yecidke yetiman feava..."/ "O seni yetim olarak bulup sığınak olmadı mı?"

Görenler seni tanıyamazdı. Taşlaşmış gövden hiçbir şeyi vaad edemezdi. Yaprakların yoktu ki seni bir şeye benzetzelerdi. Ayaklar altında taşla karıştıralacak kadar hayat yoksunu bir şaşkındın. Ne bir biçimin vardı ne şimdiki güzelliğine daiir işaretler vardı elinde.. Şaşkındın.. Hangi şekle bürüneceğin, hangi yüzle görüneceğin bilinmezdi.. Bilinemezdi.. Nereye yöneleceğin, hangi biçime, hangi kokuya, hangi meyveye duracağın tahmin edilemezdi.. Sonsuz tereddütler içinde görünüyordun.. Yolunu bilmez gibiydin...
"Ve vecedeke dallen feheda..." "Yine O seni yolunu kaybetmiş bulup doğru yola yönlendirmedi mi?"

Hayatın el etek çektiği bir ölü gibiydin. Renklerini yitirmiş, yüzü solmuş, canı azalmış, suları çekilmiş, itibarını kaybetmiş, gözlerden düşmüş bir hastaydın.. Humma nöbetinde gibi titreyen, yaprakçıklarını döken, beli bükülen sen değil miydin? Bir tatlı bakışı bile dilenen bir fakirdin. Ellerin boş, meyvesizdin. Yüzün sevimsiz, çiçeksizdin. Gövden soğuk, kalbini kaybetmiş gibiydin. Öylesine hasta, muhtaç ve yoksuldun ki...
"Ve vecedeke ailen fe ağna.../" "Seni muhtaç bir halde bulup, başkalarına muhtaçlıktan kurtarmadı mı?"

Hadi öyleyse, toprağın altına girmekten korkan o "yetim"lere bir teselli sun.. Hadi öyleyse, sevdiklerinin kabirden çıkarılacağna dair ümitlerini yitirmiş o "muhtaç"lara bir müjde fısılda.. "Kurumuş kemikleri kim diriltecek şimdi?" dercesine, hakikatin anneliğinden yetim düşmüşlere bir şeyler söyle.. "Ölü"den "diri" çıkaracağına söz verirken, yüzüne bakılmaz ölünün bile yüzüne bakacağını, bakılacak yüzü bile olmayan ölünün yüzüne bakıp da ebedi diri kılacağını haber veren Rabbinin yakınlığını isteyen yetim ve öksüzleri hor görme, geri çevirme, karşılıksız bırakma... "fe emme'l yetime fela takhar..."/Asla yetimi hor görme...""fe emme'ssaile fela tenhar..." /"İsteyeni asla geri çevirme."

Seni unutuluş kışından seçip alan, çiçek çiçek anıldığın, meyvelerce beğenildiğin varlık baharına eriştiren Rabbini an.. Seni umutsuzluğun çamurundan çekip alan, güzel bakan gözlerin gözdesi eyleyen, ebedi dirilişe susamış ruhların müjdesi eyleyen Rabbini minnet borcunu hatırla.. Seni çiçekli bir hitap eyleyen, Seni kudretiyle boyayan, rahmetiyle hayatın kucağında ağırlayan Rabbinin iyiliğini anla/t da anla/t...

"Ve emma bi ni'meti Rabbike fehaddis..." /"Hiçbir zaman Rabbinin nimetini dilinden düşürme..."

Senai Demirci

‘Silahların susması için irade önemli’

Kandil Dağı’nın etekleri... Geçen hafta cumartesi günü PKK’nın bir numarası Murat Karayılan’la köy evinde yaptığım dört saatlik görüşme sonrası, yemyeşil ağaçlıklı dağların arasından inişe geçtik.
Gürül gürül su akıyor.
İki yanımızdan kızlı erkekli PKK’lılar geçiyor, meraklı bakışlarını bize dikerek...
Bu arada durup bir kamyonete yol veriyoruz. Kamyonetin arkasında on beş yirmi kadar PKK’lı kız şarkı söylüyor. Bazıları bize el sallıyor, öylece yitip gidiyorlar dağların arasından...
Namık Durukan makinesine davranıyor ama yasak fotoğraf çekmek. “Ah abi, bıraksaydın da şu kamyoneti çekseydim, kocaman girerdi birinci sayfadan” diye hayıflanıyor.

Samsun’dan Kandil Dağı’na gelen genç
Bir yerde duruyoruz.
‘PKK bölgesi’nin sınırı...
Renya’dan sabah vakti bizi alıp dağa çıkaran iki kaçakçı orada. Yedi sekiz PKK’lı bizi uğurlamak için akarsuyun yanına sıralanıyor.
Biri çok genç, tüysüz bir tip. Omuzundan sarkan kalaşnikof tüfeği neredeyse boyu kadar. Samsun’dan, okulu lise sondan terkedip dağa çıkmış... Diğeri Konya’dan gelmiş Kandil’e...
Gidiyoruz dağların arasından.
“Abi bu dağlara her gün bomba yağdırsan ne olacak ki?” diye soruyor. Bu satırları yazarken internetten eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın 32. Gün’de söylediklerine gözüm takılıyor:
“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tümü gitse Kandil’i temizleyemez.”

Erdoğan elini masaya vurabilir mi?
Kaçakçı cipinin ön tarafında hoplaya zıplaya yol alırken, ben kafamdaki sorularla boğuşmaya başlıyorum.
PKK da değişiyor mu?
PKK inandırıcı olabilir mi?
Barış fırsatı gerçek mi?
Silahlar susabilir mi?
Tayyip Erdoğan, asker...
Kendi kendime soruyorum:
“Türkiye’de her şey değişebilir, hatta PKK da değişebilir, ama bizim devlet değişmez mi yoksa?”
Aslında öyle ki, devlette de, askerde de, hükümet düzeyinde de çoktandır bir arayış var. Bu işin artık silahla gidemeyeceğine, PKK’nın silahla bitirilemeyeceğine ilişkin görüşler bunca yıl sonra yaygınlaşıyor.
Bunun gibi, PKK’da da silahla, şiddetle artık yolun sonuna gelindiği bilinmekte...
Ama yine de devletin öylesine ezberleri, öylesine klişeleri var ki, bunları kırıp Ankara’da radikal bir şeyler yapmak hiç de kolay değil hala...
Yıllardır aynı sorular.
Siyasal irade var mı?
Siyasal kararlılık var mı?
Yılan hikâyesi gibi...
Hep sorulur:
“Asker ikna edilebilecek mi?”
Soru ve sorun burada düğümleniyor.
Ama iki soru daha var:
Bir, siyasetçi niyetli mi?
İki, bir ‘vizyon’u var mı?
Kandil’den inerken aklıma takılıyor. Sorunu neresinden tutacağını bilerek elini masaya kararlılıkla vurabilecek bir lider profili çizebilir mi Tayyip Erdoğan?

İki taraf da duracak, tetiğe basılmayacak
“Önce silahlar sussun, kimse kimseye saldırmasın!”
Böyle diyor Murat Karayılan...
Bunu gerçekleştirmek o kadar güç mü? Bunun için önce PKK’nın iyice ortadan kaybolması lazım. Askerle temasa gelmeyecek yerlere çekilmesi şart.
Bu önemli bir nokta.
Irak Cumhurbaşkanı Talabani Bağdat’ta 2007 yılı ekim ayında bana şöyle demişti: “PKK iyi güzel ateşkes ilan ediyor ama, yeterince uzaklara çekilmiyor. Öyle yerlerde duruyor ki, her seferinde askerle karşı karşıya kalıyor.”
Bu konuda Murat Karayılan askeri eleştiriyor. “Biz eylemsiz kararı alıyoruz, çekiliyoruz, ama asker üzerimize gelmeye devam ediyor. Bu durumda kendimizi savunmak zorunda kalıyoruz” diyor.
Bu durumda ne yapılacak?
Basite indirgenirse:
İki taraf da duracak!
Tetiğe basılmayacak.
Bu konu, 1993 yılı baharındaki PKK ateşkesinde de günceldi. Başbakanlık koltuğunda oturan Demirel bana şöyle demişti:
“Adam ateş kesmiş, hatta silahı bırakmaya niyetli olduğunu söylüyor. Sen tankınla topunla üstüne varıyorsun. İyi düşünmek lazım.”(*)
1993’ün nisan ayında Talabani, Şam’da Öcalan’la görüştükten sonra Ankara’ya şöyle bir mesajla gelmişti:
Türk güvenlik güçleri de ateşkese uymalı; Bahar Operasyonu diye bir şey varsa ertelenmeli; ileride bir genel af çıkarılabileceğine dair işaretler verilmeli; siyasal çözüm için değişik diyalog kanalları açılmalı...(**)
Öcalan’dan 1993 mesajı böyleydi.
1993’ün nisan ayı ortasında Bekaa’da yaptığım görüşmede, Öcalan bana bu mesajın çerçevesini çizmişti.
İşte tam o sıralarda, bugün bile daha hâlâ tam aydınlanmamış olan -ama PKK’ya ait olduğu genel kabul gören- Bingöl saldırısıyla 33 er şehit edildi, ateşkes sona erdi; o arada Cumhurbaşkanı Özal öldü; Güneydoğu’da kan gölü büyümeye başladı; 17 bin küsur faili meçhul cinayetle bir büyük hukuksuzluğa, Susurluk’a, hatta Ergenekon’a koca bir kapı ardına kadar açıldı ne yazık ki...

İrade varsa silahlar susar
Murat Karayılan’ın Kandil görüşmemizde ‘kaçan bir barış fırsatı’ olarak altını birçok kez çizdiği 1993 yılı ateşkesi buydu.
Aradan 16 yıl geçmiş...
Öcalan yakalandı, İmralı’da.
Ama PKK bitmedi, hâlâ dağda!
Ama inmek istediğini düşünüyorum. Ve bugün bir barış fırsatından daha söz edilebilir. Karayılan’ın bana söylediklerini, vermeye çalıştığı mesajları Kandil’den ovaya inerken düşünüyorum.
1993’le benzerlikler yok değil.
Silahlar gerçekten susabilir mi?
‘Provokasyon’lar önlenebilir mi?
Daha çok taze, Mardin’deki korkunç katliamı yapanlar, korucular, kanlı baskını PKK’ya yıkacak biçimde planladıklarını itiraf ettiler.
Peki, ilk adım ne olmalı?
Silahların susması...
O kadar güç mü?
İki taraf da tetiğe basmaz, silahlar böylece susmuş olur.
Burada önemli olan irade ve kararlılıktır.
Bu varsa, silahlar susar.
Malum, iki tarafta da ‘savaşseverler’ var. Onların ‘provokasyon’larına karşı uyanık olmak, böyle bir süreçte en kritik noktadır.
Evet, ateşkes ilan edilecek.
PKK daha uzaklara çekilecek.
Asker de üstüne gitmeyecek!
Kısacası:
Tetiğe basılmayacak!
Murat Karayılan, Kandil’de bana, “Seçim öncesi son 25 yılın en sakin kışını geçirdik. Demek ki, asker istediği zaman bekleyebiliyormuş” derken galiba bu gerçeğe işaret ediyordu.
Bunun için gerekli siyasal irade niçin sergilenmesin Ankara’da? Son 25 yılın en sakin kışı geçirildiğine göre, asker de bekleyebildiğine göre, bu süre ne diye uzatılmasın ki?
Evet niye?
Silahların patlamadığı bir ateşkes ortamında, perde arkasında başka mekanizmalar harekete geçebilir, diyalog süreci başlatılabilir.
Murat Karayılan izlenimleriyle birlikte, Kuzey Irak notlarının dokuzuncu ya da sonuncusu yarın bu köşede...

Hasan Cemal

8 Mayıs 2009 Cuma

Arınç ve Davutoğlu: Vicdan ve Ufuk

Batı uygarlığı, insanlık tarihinde, insanın varoluş yolculuğu sürecinde bir arızadır; başkalarına, başka medeniyetlere, başka hakîkat tasavvurlarına hayat hakkı tanımayacak kadar ilkel taarruzlarla hâkimiyetini dayatan esaslı bir arıza.

Dolayısıyla Batı uygarlığı, bir ufuk daralmasıdır; insanın içinde yaşadığı dünyayla, kâinâtla, diğer insanlarla ve Yaratıcı'yla ilişkisini tersyüz eden bir metamorfoz hâli, varlığa ve hakîkate kökten bir saldırıdır. İnsanı her şey katına yükselterek, insanı özgürleştirdiğini sanacağını düşünecek kadar insanın hakikatini ve mahiyetini idrak etmekten âciz bir kibir küpü ve varlığın varoluşa gelmesinin önünü türlü ayartmalarla tıkayan bir kafa karışıklığı ve karabasandır.

Batı uygarlığı, insana, varlığa ve hakîkate ilişkin en temel gerçekleri yanlış tanımlamış ve bu yanlışlığı da dünya üzerinde hâkim olmasını mümkün kılan araçları primitif bir şekilde, barbarca yöntemlerle kullanarak bütün insanlığa dayatmayı başarmıştır.

Bütün bu söylediklerim, elbette ki, kör kütük bir Batı düşmanlığı olarak algılanamaz. Yakıcı gerçeklere dikkat çekiyorum yalnızca. Ama Türkiye'de Batı uygarlığı hiçbir Batı ülkesinde olmadığı kadar putlaştırıldığı ve efsaneleştirildiği için söylediklerimi kör kütük Batı düşmanlığı olarak algılayabilecek kör kütük kişilerin çıkabilecek olması hiç de şaşırtıcı değil benim için.

Gelmek istediğim nokta şu: Batıda insan bitmiştir: İnsan, araçların insafına terkedilmiş, özgürlüğünü araçlara kaptırmıştır: Bilim ve teknoloji gibi görünür araçlarla; hız, haz ve hırs gibi gemlenemez boyutlar kazanacak kadar azmanlaşan görünmeyen araçlar, insanı çepeçevre kuşatmış, insanı ruhsuzlaştırmış, insanın vicdanını yok etmiştir.

Vicdanın yok olması, kaçınılmaz olarak insanın ufkunun da kararmasına ve daralmasına yol açmıştır: Bilimsel ve teknolojik gelişmenin en zirve noktasındayken Batılıların bir yüzyıl içinde insanlık tarihinin en hunharca iki büyük dünya savaşına soyunmaları, söylediklerimizin en ürpertici kanıtlarından biridir.

Bütün bunları Bülent Arınç ve Ahmet Davutoğlu'nun kabineye alınmalarını anlamlandırmak için yazdım. Bülent Arınç da, Ahmet Davutoğlu da, insanı eşref-i mahlûkat olarak konumlandıran, bütün varlıkların insana emanet edildiği, insanın Allah'ın halîfesi olarak görüldüğü, Uzak Asya'dan Atlantik'e kadar ulaştığı her yerdeki farklı inanç, kültür ve din müntesiplerine inandıkları ve düşündükleri gibi yaşayabilecekleri bir selâm ve selâmet yurdu inşa etmeyi başaran tek medeniyet olan İslâm medeniyetinin asil çocuklarıdır.

O yüzden Arınç da, Davutoğlu da, parti meselelerine de, memleket meselelerine de, insanlık çapındaki meselelere de parti, meşrep, mezhep asabiyesi ile yaklaşmayacak kadar vicdan ve ufuk sahibi insanlardır.

Arınç da, Davutoğlu da, Türk siyasetinin yüzakı iki sembol kişiliğe dönüşmüştür artık: İkisi de, hiçbir kınayıcının kınamasına aldırış etmeden, hiçbir insanın, kesimin hakkını gasp etmeden sadece inandıkları ufuk-gâyeye doğru yürüyen; gördükleri yanlışlıklara hiç kimseden çekinmeden müdahale eden; daha âdil, daha vicdanlı, daha insanî, daha özgür bir Türkiye ve dünya idealine baş koymuş insanlardır.

Geleceğin dünyasında kurucu rol oynayacak öncü bir medeniyet yürüyüşüne soyunacak Yeni Türkiye'nin biri içeriye bakan, diğeri dışarıya bakan iki asil yüzüdür. Daha vicdanlı ve ufku ötelere uzanan bir dünyanın inşasının habercileridir.

Mütevaziliklerinden ince espri kabiliyetlerine, her şeye rağmen vicdan diyen asil kişiliklerinden insanlığa insanca bir hayat ve dünya vadeden derûnî ufuklarına kadar Arınç ve Davutoğlu, dünyada da, İslâm dünyasında da pek fazla benzerleri olmayan, insana insanlığını ve hakîkati yeniden hatırlatacak soylu kişilerin ancak Türkiye'den çıkabileceğinin somut örnekleri, Türkiye'nin yavaş yavaş kazanmaya başladığı kendine güveninin ve dünyaya üfleyeceği ruhun sembol isimleridir.

Halkımızın, Arınç ve Davutoğlu gibi asil kişiliklerin entelijansiyamızın geleceğini temsil ettiğini düşündüğünü ve geleceğe ümitle baktığını gözlemlıyorum…

Yusuf Kaplan

Osmanlı ve Laiklik

Osmanlı'da din-devlet ilişkisinin nasıl olduğu konusunda iki temel tez vardır: 1. Şeriata bağlılık. 2. Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrı olması (laiklik).

Bazı ciddi tarihçilerimiz ikinci tezi savunuyor olsalar da tarihi gerçek bu değildir.

Yakın bir tarihte, bir kanalda, genç bir akademisyen de bu tezi savunduğu için konu üzerine eğilmek gerekti.

Tezlerini ispat için kullandıkları deliller "hilafet, örfî vergiler, şeyhülislam-divan ilişkisi, kanunlar" çerçevesinde görülüyor.

1. Daha Abbâsîler'in son zamanlarında hilafetin göstermelik hale geldiğini, yönetimde Türk sultanlarının etkili olduğunu, Osmanlı'da da –sonunda halifenin sultandan ayrıldığını söylüyorlar.

Doğrusu şudur: Hz. Peygamber'in devlet başkanlığına varis olmak ve memleketi bu sıfatla, bu ölçüler içinde idare etmek manasında hilafet Emevîler'in ilk sultanı ile son bulmuştur. Bundan sonra gelen halifelerin adı böyle olsa da kendileri (yönetim biçimleri) saltanattır. Ancak bir ülkenin saltanatla idare edilmesi, şeriattan tamamen ayrıldığı manasına gelmez.

2. İslam devletinde iki çeşit vergi vardır: a) Şer'î (dinin emri olan) vergiler. b) Örfî (resmî, devletin ihtiyaca binaen karar vererek aldığı) vergiler. Devlet, şer'î vergiler dışında vergi almaya muhtaç olursa ulemaya da danışarak veya daha önce verilmiş fetvalara dayanılarak örfî vergi alınır bu da şerîata uygun, bir manada onun gereği olur.

3. Osmanlı sultanları kuruluş devrinden itibaren yanlarında alimleri bulundurmuşlar ve gerektikçe onlardan fetva almışlardır. Bu alimlerin unvanlarının müfti, müfti'l-enâm, şeyhülislam olup olmaması, bugünkü karşılığı olarak bakanlar kurulunda bulunup bulunmaması sonucu değiştirmez.

4. "Farz, haram, mekruh…" gibi dini hükümlere tabi olmayan; yani mübah olan alanda gerektiğinde devlet kanun (kanunname) çıkarabilir. Bu kanunnameler şeriata aykırı olmadıkça devlet yine laik olmaz.

Vergi, tazir alanına giren ceza, idare, muhakeme usulü gibi konularda tarih boyunca çıkarılan kanunlar böyledir; devlet başkanına bırakılmış veya mübah olan sahalara ait bulunmuştur.

Bazı zamanlarda açıkça şeriata aykırı tasarruflar vardır, ancak bunlar devletin artık şeriatı terk etmeye karar vermesi sonucu değil, başka sebeplerle olmuştur ve alimler tarafından da kabul görmemiştir.

Tanzimat'tan önceki yenileşme hareketleri yine mübah alanda yürütülmüştür.

Tanzimat'tan itibaren idareden başlayarak kamu hukukunda ve daha sonra özel hukukta yapılan yenileştirmeler, değişiklikler, "Bunların şeriatın ruhuna ve maksadına uygun olduğu" gerekçesine dayandırlmıştır ve bir bakıma –daha sonra ortaya çıkan- İslam modernizminin ilk adımları mahiyetindedir.

Sonuç:

Osmanlı devletinde hiçbir padişah zamanında şeriat terk edilmemiş, ona bağlı kalındığı bizzat padişahlar tarafından gerektikçe ifade edilmiş, fetva makamı daima bulunmuş ve bu makamın yetkisi (fetva alanı) itikad, ibadet ve ahlak ile sınırlanmamıştır.

Hayrettin Karaman

Tavuk uçuşu!...

Gündeme bakıp, bugün fabl yazarlığına soyunuyorum.
Aklıma Ezop öyküleri, Beydeba’nın ‘Kelile ile Dimne’si geliyor.
George Orwell’in ‘Hayvan Çiftliği’...
La Fontaine’nin masalları...
Hepsi, büyük zekâ ürünü klasikler.
Onların yanında benimki, mütevazı bir deneme bile sayılmaz.
Hem masal değil, faydasız bir takım bilgilerden ‘ortaya karışık’ yapayım, dedim.
Tarih ve tabiat varlıkları, konuşmadan da çok şey söyleyebiliyor, bize.
***
Lafı, doğrudan söylemek varken, neden dolambaçlı yollara gireriz?
Bazen, doğrudan konuşmanın bedeli...
Bazen, yüksek perdeden uçmanın faydasızlığı...
Ne derseniz deyin; misaller, uzak hakikatleri akla yakınlaştırmak içindir.
Mecazi hiciv, insan zekâsının en büyük icatlarından biri, bana göre.
Daha basit, daha zararsız ama çok daha etkili.
Karga ile tilkiyi, onun için konuştururuz.
Ormanlar kralı Aslan’ın maceralarını, kıssadan hisse alınsın diye anlatırız.
‘Adama sormuşlar’ diye başladığımız meseller de bu nevidendir.
Bugün ben de hayvanlar âleminin bilgelerine danışma ihtiyacı duydum.
Onlar ne diyor diye merak edip, kulak kabarttım.
Animal Planet ile National Geographic karışımı bir belgeselde gezinirken buldum, kendimi.
Hatta, zaman zaman History Channel duygusuna bile kapıldım.
Ama çok faydasını gördüm.
Bakalım siz ne düşüneceksiniz?
***
Önce, sırrını öğrenmek istediğim olayları sıralayalım:
* Mardin’deki katliamın altından ‘koruculuk sistemi’ çıktı. Koruculara, yolun sonu mu görünüyor?
Koruculuk lağvedilirse, kan davaları, töre cinayetleri biter mi peki?
* Murat Karayılan, Hasan Cemal’e konuştu. ‘Silah bırakmak, dağdan inmek’ gibi, çok açık mesajlar veriyor. Fırsatı kaçırmamaktan söz ediyor.
PKK, buraya kadar mı, dersiniz?
* 367 koduyla anılan Hüsamettin Cindoruk, DP’nin başına talip. Siyaset, gençleşiyor mu, acaba?
* Lise gençliği, muhafazakârlaşıyormuş.
Kadir gecesi camilerde duyulan tekbir sesleri, irtica diye fişlenmeyecek mi, artık?
Gazeteler, cemaate
namaz kıldıran imamı, kilise ayinindeki papaz sanıp; sırtı
kıbleye, yüzü haziruna dönük çizmeyecek mi, yani?
* Kenan Evren’in adı Muğla’da da okullardan silinecekmiş. Bir
daha darbe olmayacağına
yorabilir miyiz, bunu?
***
Şimdi de, bir dostumun ‘faydası pek az bilgiler’ diye gönderdiği hikmetli sözlere bakalım:
* Kaydedilen en uzun tavuk uçuşu, 13 saniye imiş.
Venüs, saat yönünde dönebilen tek gezegen.
Geçen 3 bin 500 yılın sadece 230’u barış içinde yaşanmış.
Yataktan düşerek ölme ihtimali de 2 milyonda bir...
Çıkarılacak ders: Tavuklar, uçamaz; zorla güzellik olmaz. Ve her yol, Venüs’e çıkar.
* Her iki taraf kan bağışında bulunursa, Paraguay’da düello yapmak yasalmış.
Eyfel Kulesi’nin tepesine çıkana kadar, tam 1792 basamak varmış.
Çıkarılacak ders: Kansız kavga, bedavaya da barış olmaz. Basamaklar,
tek tek çıkılır...
* Kirpiler, batmadan su üstünde kalırmış.
Charles Dickens, uykusuzluk hastalığına yakalanmış. Sadece yüzünü kuzeye dönerse uyuyabileceğine inanıyormuş.
Çıkarılacak ders: Dalmak da bir şifadır. Allah, devasız dert vermesin.
* Einstein, dokuz yaşına kadar konuşamamış; Marilyn Monroe’nun da altı ayak parmağı varmış.
Çıkarılacak ders: Kimse, kusursuz değil ki...
* Devekuşunun gözü beyninden büyükmüş ama baykuş, mavi rengi görebilen tek kuşmuş.
Gözleri arasındaki mesafe bacaklarından büyük olan timsahlar da renk körü.
Çıkarılacak ders: Hiçbir şey, dışarıdan göründüğü gibi değildir; çoğu zaman yanıltır...
* Timsah, dilini çıkaramazmış ama bukalemunların dili, vücutlarından iki kat daha uzunmuş.
Çıkarılacak ders: Atış serbest, yani...

Akif Beki

Dolduruşa gelmeyelim

1985 yılı, terörle mücadelede önemli bir başlangıç yılıdır. PKK terörünün 1984 Ağustosu’nda kendini göstermesiyle birlikte Özal Hükûmeti gerekli tedbirleri süratle almaya başlamıştır. Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde teröre karşı mücadele edecek ‘özel güvenlik’ timleri eğitilerek bölgeye gönderilmiştir.
Ayrıca, Hicrî 18 Mart 1340 (1924) tarihli ve 442 sayılı Köy Kanunu’nun 74. maddesine ve 3175 sayılı ve 26 Mart 1985 tarihli kanun ile iki fıkra eklenerek ‘Geçici Köy Korucusu’ teşkil olunmuş ve “Bakanlar Kurulu’nca tespit edilen illerde, olağanüstü hal ilânını gerektiren sebeplere ve şiddet hareketlerine ait ciddî belirtilerin köyde ve çevresinde ortaya çıkması veya ne sebeple olursa olsun köylünün canına ve malına tecavüz hareketlerinin artması hallerinde Valinin teklifi ve İçişleri Bakanlığının onayı ile yeteri kadar Geçici Köy Korucusu görevlendirilebilir” denilmiştir.
‘Geçici Köy Korucusu’ sistemi 24 yıldan beri uygulanmakta olup, hâlen 22 ilde 60 bin civarında Geçici Köy Korucusu bulunmaktadır.
***
Geçici Köy Koruculuğu sistemi, kurulduğundan bu yana birçok
bakımdan sert tenkitlere uğrayan ve kaldırılması istenen bir sistem olmuştur.
Sistem hakkında yapılan tenkitler şu şekilde özetlenebilir:
1. Geçici Köy Korucuları’nın bir kısmı iki taraflı çalışmakta ve PKK taraftarı faaliyetlerde bulunmaktadırlar; bu yüzden bunlara güvenilemez iddiası. Bu eleştiride sistemin başlangıç döneminde kısmen doğruluk payı bulunmaktaydı. PKK, koruculuk sistemini baltalamak için korucular için çıkardığı sözde ‘affın’ süresini 1992 Nevruzu’na kadar uzatmak zorunda kalmıştır.
Artık 24 yıllık uygulamadan sonra taşlar yerlerine oturmuş ve korucular teröre karşı kesin olarak tavır almışlardır.
2. Geçici Köy Korucuları’nın, ellerindeki silâhları sayesinde bölgede terör estirdikleri, asayişi bozdukları ve hukuksuz eylemlere giriştikleri iddiası. Önce şunu belirtelim ki, terör saldırıları yüzünden bölgede can güvenliği sağlanamadığı için bölgedeki köylerin savunma amacıyla silâhlandığı bilinen bir gerçektir.
Bazı köy korucularının istenmeyen bir takım olaylara karıştıkları ve suç işledikleri bir vakıadır. Ancak bu durumda, sistemi tamamen kaldırmanın yerine ıslâhı düşünülmelidir.
3. Geçici Köy Korucular’nın, feodal derebeyleri hâline geldiği, köylünün malına, mülküne el koyduğu, köylüye işkence yaptığı iddiası. Sistemi istismar ederek kendisine güç ve çıkar sağlayan köy korucuları elbette bulunabilir. 60 bin kişilik yarı militer bir kitlenin hiçbir yanlış iş yapmadığı iddia edilemez. Hele ülkenin ücra bir köyünde güç sahibi olanların her zaman âdil davrandığını söylemek mümkün değildir. Ancak bu zor sistemin mümkün olduğu kadar ıslâhı ve kontrolü yapılarak terörle mücadele sonlanıncaya kadar muhafazası gerekir.
***
Mardin’deki katliam herkes gibi bizi de çok üzdü. Faili kim, sebebi ne olursa olsun, böyle bir vahşeti yapanları lânetliyoruz. Bu katliamın korucu silâhlarıyla yapılmış olması da üzüntümüzü arttırıyor.
Ancak, binlerce yıllık insanlık dramı kan dâvasının mevcut bir terörle mücadele sistemiyle bağlantısını kurup dolduruşa gelmenin de bir anlamı yoktur.
Koruculuk Sistemi’nin kalkması, en fazla PKK/DTP’nin işine gelir. PKK terörünün seyir defterini incelerseniz,
en fazla Geçici Köy Korucuları’ndan şikâyet ettiklerini görürsünüz.
Köy korucuları, terörle mücadelede vatanlarını kahramanca savunmuş ve birlerce şehit vermişlerdir.
Koruculuk Sistemi’nin kaldırılmasıyla ortaya çıkacak çok sayıda problem bir yana, zaten tam olarak sağlanamayan asayiş, kırsal bölgede büsbütün bozulacak ve devletin yanında tavır alan halkımız savunmasız bırakılmış olacaktır.

Hasan Celal Güzel

MHP milliyetçiliğinin Karamanoğlu Mehmet Bey sendromu

Dün "MHP'nin bir Kürt politikası var mı?" diye sormuştum. Kürt sorunu büyük ölçüde bir Kürtçe sorunu olduğu için bu soruyu "MHP'nin bir Kürtçe politikası var mı?" diye de sorabiliriz. Kürtçe eğitimden başlayarak, alfabeye alınması istenen "x, q ve w" harfine, çocuklara Kürtçe isimler konulmasına ve yer isimlerinin Kürtçe karşılıklarının kullanımına kadar çok geniş bir alana yayılıyor bu sorun.

Kürtçenin bazı alanlarda kullanımına yasak getirmek dışında MHP'nin bu konuda bir ufku yok. Her bir yasak için ayrı ayrı sorulacak "neden?" sorusunun cevabı ise tek: Üniter ulus-devlet zarar görür. "Peki nasıl?" sorusunun ise sadece alçak sesle verilen farklı ve uzun cevapları var. Üniter-ulus devletin Kürtçenin özgürleşmesinden zarar göreceği ise çok tekrarlandığı için doğru sanılan bir felaket senaryosundan ibaret.

MHP'lilerin yanıldıkları esaslı bir husus var. MHP milliyetçileri, Kürtçe üzerine yasakları savunurken aslında sadece Türkçeden bahsediyorlar. Kürtçenin kullanımına getirilen yasaklar güya Türkçenin egemenliği için. Peki Kürtçe yasaklandığı zaman Türkçe galip mi gelmiş oluyor? (Erbil'de Türkoloji bölümünde Türkçe öğrenmek için can atan Kürt gençleriyle MHP'lilerin konuşmasını çok isterdim.) Başvurulan kaynak ise 632 yıl öncesine ait. Karamanoğlu Mehmet Bey'in 1277 tarihli fermanında geçen şu cümle bütün milliyetçilerin ezberindedir: "Bugünden sonra divanda, dergâhta, bergâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır." İfade çarpıcı. Moğol egemenliğindeki Selçuklu yönetimine başkaldıran Mehmet Bey, kendisini Türkçenin hamisi ilan etmektedir. Milliyetçiler esaslı bir tarihî ayrıntıyı atlıyorlar: Türkçeden başka dilleri yasaklayan Mehmet Bey'in ve devletinin akıbeti. Üç yıl sonra Karaman Beyi 37 yaşında öldürülmüş, devleti Osmanlı Beyliği'ne arada bir gaile çıkartmak dışında tarihte esaslı bir rol oynamamıştır. Aynı tarihsel dönem içinde Söğüt'e yerleşen, ama Türkçe dışındaki dillere de saygı gösteren Osmanlı Devleti bir cihan imparatorluğu olarak tam 600 yıl hüküm sürmüştür. Tarih boşuna yaşanmadığına göre sonuca bakmak lâzım. Türkçe, Osmanlı Devleti ile Balkanlar'a, Üsküp'ün, Saraybosna'nın sokaklarına yerleşmiştir. Kısaca, Karamanoğlu Mehmet Bey'in de, getirdiği yasağın da ne kendisine, ne devletine ve ne de Türkçeye hiçbir faydası dokunmamıştır.

1514 yılında Çaldıran'da karşı karşıya gelen iki ordudan hangisinin Türk ordusu olduğu tartışmalıdır. Her iki orduda savaşanların anadillerine bakarak, İsmail'in ordusuna Türk ordusu demek gerekir. Yavuz'un ordusu Balkan topluluklarının ve en önemlisi Kürtlerin yer aldığı ordudur. İsmail saf Anadolu Türkçesi ile şiirler yazmaktadır; Yavuz ise Farsça divan sahibidir. Türk milliyetçilerinin üzerinde pek düşünmedikleri şu soruya bir cevap bulmaları zor değil: Şayet bu savaşı bizim padişahımız olan Yavuz kaybetseydi (ki kıl payı kazandı), bugün Türk milliyetçilerinin iftihar ettikleri bir tarihleri olur muydu? Tarih bize başka şeyler de anlatıyor. Anadolu'yu yurt edinen Türklerin Kürtlerle ilişkisi, iki tarafın da geleceğini belirlemiştir. Malazgirt'ten sonra Çaldıran'daki kritik Kürt desteği Ortadoğu'da koca bir Türk İmparatorluğu'nun kapısını açmıştır. Yavuz'un Kürtlere verdiği özel statü, kalıcı bir uyum yaratmıştır. Osmanlı Devleti'nin, Yavuz'un Kürtlere tanıdığı bu haklara saygısına dayanan uyum, yüzyıllar boyu Ortadoğu denkleminin de anahtarı olmuştur. Tarih bize Kürt'ün Türk'süz, Türk'ün Kürt'süz huzur bulamadığını gösteriyor. İki tarafın da kaderi, yekdiğerinin saadetine bağlı. O zaman Kürt'ün hakkına ve hukukuna saygı gösterilecek. Gösterdik mi? Anadiline saygı göstermediğiniz toplumdan hangi karşılığı bekleyebilirsiniz? Kürtçeye getirilen sınırlamaların üniter devlet için en ciddi tehdidi oluşturduğunu, yaşadığımız tarih göstermiyor mu? MHP'nin "Karamanoğlu Mehmet Bey sendromu"ndan kurtulması, askerî mantığın bize ezberlettiklerini gözden geçirmesi lâzım. Kürtçeye saygıyı parti politikasına dönüştürmüş MHP, Türkiye'nin birlik ve bütünlüğünün yapıştırıcı unsurlarından biri olmaz mı?
MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE

Bülent Arınç ve AK Parti

Yeni AK Parti kabinesindeki sürpriz ismin, Sayın Bülent Arınç olduğu tespitine ben de katılıyorum. Arınç ismi, parti ve hükümet için çok anlamlı bir tercihtir.AK Parti, üç isimle özdeşleşti: Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Bülent Arınç... Bu üç isim, ileride demokrasi yokuşunun tarihi yazıldığında, farklı ve önemli bir yere oturtulacaktır.

Abdullah Gül Çankaya'ya çıktıktan sonra, yeni dönemde Bülent Arınç Meclis Başkanlığı görevine devam etmedi, hükümette görev almak istemediğini de söyledi. Şüphesiz yönetimden kopmadı, Başbakan'dan uzaklaşmadı ama Tayyip Erdoğan yalnız kaldı. 29 Mart yerel seçimlerinin sonucu, bence Bülent Arınç'ın AK Parti için önemini, başta Sayın Erdoğan, bütün AK Parti yönetimine hatırlattı.

Biliyorum, Sayın Arınç'ın varlığından bile rahatsız olan insanlar, çevreler var. İnancı, düşünce dünyası, eğilip bükülmeyen duruşu, parti içindeki etkisi onları rahatsız ediyor. Ancak, AK Parti içinden bakıldığında Bülent Arınç, çok farklı bir yerdedir.

O AK Parti'nin vicdanıdır. Zaman zaman üslup hataları olsa da, haksızlık karşısında kendisini tutamasa da, doğruyu hiç çekinmeden söyleyen/söyleyebilen ender siyasetçilerdendir. O eleştirdiğinde, öyle inandığı için eleştiriyor. Bir hesaba, beklentiye dayalı olmadan, kitabın ortasından konuşuyor. Seçim sonuçlarıyla ilgili olarak dobra dobra konuşan da o oldu. Yeni Şafak'ta Mehmet Gündem'in yaptığı röportajda (6-7 Nisan 2009) söyledikleri, önümüzdeki siyasî döneme de ışık tutacak işaretler taşıyor. Birkaç örnek sıralayayım:

"Üslubumuz hatalıydı, diğer partileri rencide edici bazı söylemler de onların yakınlaşmalarına etki yaptı. 'AK Parti, bir tek ben varım diyor, bizleri yok sayıyor, birlik olup gününü gösterelim' dedirtmiş olabiliriz. Muhalefetle ilişki daha düzeyli olmalı. Bazı şeyleri yeniden düşünmek lazım, Türkiye'nin şartlarını iyi okumalıyız (Güneydoğu için). Bazı şeyleri yeniden düşünmek lazım. Kavgacı ve sert üsluplar da seçmeni tahrik etmiş olabilir.

"Basınla yaptığı kavganın AK Parti'ye de, Sayın Başbakan'a da faydası olmadığını düşünüyorum. Doğan Grubu, iktidarın kendilerini muhatap alarak, ezmek ve yok etmek istediğini söyleyip yazarak mağdur rolüne girdi. Basınla ilişkileri de masaya yatırmak lazım...

"AK Parti için korktuğum üç şey var: Mevki-makam, para ve ahlak dışı ilişkiler... Bu işin içine düşmüş insanları önemli mevkilerde tutmamak lazım. Bu işlerin şaibesine bile imkân vermemek lazım... Biz 2001'de partiyi kurduğumuzda; dürüstlük, Türkiye için aranır hale gelmişti ki, tavrımız, söylemimiz takdir gördü. Demirel'in meşhur aile fotoğrafı vardı, biz dedik ki "bizim aile fotoğrafımız farklı olmalı". Bunu bozmamamız lazım. Son seçimlerde yolsuzluklarla ilgi konular bir kırılmaya yol açmış olabilir."

Sayın Arınç'ın, iki yıldır biraz içeriden, ama asıl dışarıdan yaptığı gözlemler ve değerlendirmeleri çok önemsemek lazım. Sayın Arınç'ın kendisiyle ilgili yaptığı özeleştiri, durum muhasebesi de çok önemli. Önümüzdeki dönemde yeni, kendisini daha da aşmış bir Arınç var. AK Parti'nin ve hükümetin, içi dışı bir bu akil adamdan istifade etmesi, ülkemiz için de bir kazanç olacaktır.

AK Parti, Milli Görüş gömleği falan giymedi. O gömleğin sahibi Saadet Partisi'dir. Siyasette, özellikle AK Parti'nin eleştirilmesi adına ona da ihtiyaç var. Bülent Arınç ismi asıl AK Parti'nin bölünmemesi adına, gelecek dönem için büyük kıymet ifade ediyor. Çünkü bu ülkede, bürokratik vesayetin siyasetteki en büyük oyunu; hep merkez sağı bölüp parçalamak olmuştur. Sadece şunu hatırlatayım; darbe dönemlerinden sonra kurulan sağ partilerin başına hep emekli generaller getirilmiştir. Sivil parçalama ekiplerinin ardında da hep askerî bürokrasi vardır.

Nereden bakılırsa bakılsın Bülent Arınç tercihi, önümüzdeki günler hesabına çok isabetli bir tercihtir...
HÜSEYİN GÜLERCE

Karayılan: ‘Fethullahçılar geleceğe dönük bir risk’

Kuzey Irak’ta gazeteci milletinin Kandil yolunu, yani medyanın PKK ile temasını Talabani’yle, Barzani de kesmek istiyor.
Bu nedenle geçen hafta cumartesi günü sabahın erken saatlerinde Kandil Dağı’na giderken, Talabani’nin KYP’si ile Barzani’nin KDP’sine ait kontrol noktalarından kendimizi sakınmaya çalıştık.
Bazı noktalarda gazeteci kimliğimizi göstermedik. Fotoğraf makinelerimizi sakladık. İran sınırına yaklaşırken de araba değiştirip, PKK’nın işaret ettiği Kürt kaçakçıların cipine bindik. Kandil Dağı’na tırmanırken yolculuğumuzun bir bölümünü kaçakçı yollarından yaptık.
Kaçakçılar Renya bölgesinde PKK’nın şemsiyesi altına girmişler. Herhalde bunun bedelini hem para olarak ödüyorlar, hem de PKK’nın lojistiği onlar tarafından sağlanıyor. Ama aynı zamanda ‘güvenlik’lerini de PKK’ya bağladıkları anlaşılıyor.
Sorular:
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Washington ve Ankara’yla birlikte PKK’yı nereye kadar tecrit edebilir? Nereye kadar etkisizleştirebilir? Ya da örneğin PKK’yı Kandil Dağı’ndan çıkarabilir mi?
Bu sorulara ilişkin ipuçlarını hem Erbil’de hem de Murat Karayılan’la sohbetimde yakalamaya çalıştım.
PKK’nın bir numarası kendinden emin konuştu:
“Barzani’yle Talabani bize karşı hareketliliğe geçerlerse kendileri kaybeder.”
Böyle bir ihtimal var mı?

Barzani PKK’ya baskı uyguluyor, ancak...
Barzani’yle Talabani’nin Washington ve Ankara’yı da tatmin etmek için Kuzey Irak’ta PKK’ya hayatı zorlaştırmak istedikleri malum. Bunun için PKK’ya bazı açılardan özellikle KDP tarafından baskı uygulanıyor bölgede.
Ancak bu baskının bir sınırı var. Bir ölçünün ötesine gitmek güç. Özellikle Türkiye’nin geçen şubat ayındaki kara operasyonu Kuzey Irak’ta PKK’nın imajını parlatmış. “Sizin topraklarınızı biz koruduk, sizin için de biz çarpıştık” propagandası halk arasında tutmuş.
Bir gözlemci şöyle dedi:
“Türkiye’nin askeri operasyonu, PKK’nın bölgede yeniden küllerinden doğmasına yol açtı.”
Kısacası:
PKK’ya karşı Kuzey Irak’ta Kürt yönetimi tarafından yapılacakların bir sınırı var. İki taraf da bunun bilincinde. Ayrıca, “Kürdü Kürde kırdırma“nın artık geçmişte kaldığı biliniyor.
Şu da göz ardı edilmesin:
PKK’nın uzun yıllar içinde Irak Kürtleri arasında da kökleri oluşmuş durumda...
Murat Karayılan’la sohbet sırasında dikkatimi çekti. Talabani ve Barzani’yle ilgili olarak konuşurken kendinden emin, kendine güvenen bir hali vardı.
Celal Talabani’ye dönük sempatisini pek saklamadı. Ağzından mı kaçtı bilemiyorum ama, sohbetin bir yerinde gülerek şöyle deyiverdi:
“Mam Celal, Ankara’nın duymak istediklerini çok iyi söylüyor. Mesela Kürt Konferansı ve PKK’nın silah bırakması gibi...”

‘Fethullahçıları İslam dünyasına Amerika sürüyor’
PKK’nın Fethullah cemaati ile ilişkilerini, cemaatin Güneydoğu’daki faaliyetlerini sordum Murat Karayılan’a.
Fethullahçılardan hazzetmiyor PKK’nın bir numarası. “Bize karşı son üç dört yıldır neden saldırganlaştılar?” diye soru sorarak başladı konuşmaya ve şöyle devam etti: “Fethullahçılar devlet sistemine yerleşmek istiyorlar. AKP ile bunun için yakınlaştılar. Güç kazandılar. Amerika’dan da destek alıyorlar. Fethullahçıları İslam dünyasına sürüyor Amerika... ‘Biz de PKK’ya karşıyız; biz de devletçiyiz!’ diyerek devlete yerleşiyorlar. Belki bugün değil ama geleceğe dönük olarak risktir bunlar... Güneydoğu’ya gelince... Güneydoğu’da varlar ama yoğun değiller. AKP içinden geliyorlar. Poliste, öğretmende yaygınlar. Dine sıcak bakan kesimlerde yaygınlar.”

‘PKK bastırılırsa Güneydoğu’da İran etkisi artar’
Şu sözleri ilginçti Karayılan’ın:
“PKK’yı bastırmak imkânsız. Ama varsayalım PKK bastırıldı, bitirildi. O zaman ne olur bölge biliyor musunuz, gericiliğin merkezi olur Güneydoğu... İran’ın çabaları var. İslamcı hareketi alternatif olarak geliştirmek istiyorlar. Hizbullah’ı asıl geliştiren JİTEM değil, İran’dır.”
Ve şunu ekledi Karayılan:
“İran benimle görüştü, Hizbullah’la çatışmamam için...”
İlginç bir gelişme.
Oyun içinde çok oyun var bölgede.
Mesela deniyor ki:
“Kürtler bölgede ‘laik’ bir güç... Bu yüzden Talabani’nin KYP’sine, Barzani’nin KDP’sine ve PKK’ya dönük bölgesel alternatif, İslamcı akımlardır. Eğer bu noktaya dikkat edilmezse, yarın Türkiye’nin güneyinde İran’a dayanan radikal bir Şii kuşağı neden gelişmesin?”

‘Cemil Bayık’la farkımız yok’
Pat diye sordum Karayılan’a:
“PKK zirvesinde çatlak varmış. Sizinle Başkanlık Divanı üyesi Cemil Bayık anlaşamıyormuş. Siz Kürt sorununun silahsızlandırılmasından, bunun için PKK’nın silah bırakmasından yanaymışsınız... Buna karşılık Cemil Bayık şahin çizgiyi savunuyormuş, TC‘den bir şey çıkmaz diyormuş...”
Beş kişilik PKK Başkanlık Konseyi’nin üç üyesi, Murat Karayılan, Bozan Tekin ve Sozdar Avesta bir an birbirlerine bakıp gülmeye başladılar.
Ben bir kılçık daha attım:
“Geçenlerde Celal Talabani İstanbul’daydı Irak Cumhurbaşkanı olarak. Birkaç Türk gazetecisi dostuyla birlikte yemek yerken de açıldı bu konu...”
Karayılan sordu hemen:
“Talabani de inanıyor mu buna?”
Bilemiyorum dedim.
Karayılan şöyle konuştu:
“Hiçbir görüş ayrılığımız yoktur Cuma arkadaşla. Cemil Bayık’ı biz böyle onun kod adıyla çağırırız. Cuma arkadaşla tam 30 yıldır birlikteyiz, aynı davanın içindeyiz. Farkımız yoktur.”

Bostancı olayının sorumlusu Kandil’de eğitim almış
Murat Karayılan’a ‘Bostancı olayı’nı sordum. Orhan Yılmazkaya isimli lideri polis baskınında ölen Devrimci Karargâh Örgütü’nün PKK ile ilişkisini sordum.
Yanıtının özeti şöyleydi:
“Ben ortaokuldayken Deniz Gezmiş’ten, Başkan da (Öcalan’ı kastediyor, HC) Mahir’den(Çayan) etkilenerek solcu olduk. Bu nedenle solcu örgütleri, kendi idealleri için canını ortaya koymaya hazır olanlara öteden beri sempati duyarız. Bunlar da bize geldiler. Altı ay kadar kaldılar. Şeyh Bedrettin’lerden, Deniz’lerden, Mahir’lerden geldiklerini söylediler.
Kendilerine askeri eğitim verdik, gittiler. Ama halka dayanmıyorlar, onun için yöntemleri doğru denemezdi. Hele öyle bir yere bu kadar cephane yığmak, olacak şey değil.”
İlginçti.
İstanbul’dan Kandil’e dağa geliyorlar, solcu olduklarını söylüyorlar, PKK’dan askeri eğitim alıp geri dönüyorlardı. Murat Karayılan’ın bunu bu kadar açık anlatabilmesinin ardındaki gerçek açıktı. Mesaj Ankara’ya, devlete yönelikti.
Kuzey Irak notlarının sekizincisi yarın Kandil Dağı ve Murat Karayılan izlenimleriyle devam edecek.

Hasan Cemal

Bir darbe girişimi daha

Derin güçler sadece meclise ve hükümete karşı darbe yapmakla kalmazlar; darbe önceleri ve sonraları siyasi partilere de nüfuz etmeye çalışır, böylece siyaseti kendi aktörleriyle denetlemeyi ve düzenlemeyi denerler.

1960 sonrası dönemde merkez sağ hem darbelerin doğrudan hedefi olmuştur, hem de darbe önceleri ve sonraları siyasi partileri darbecilerin 'truva atları'yla doldurulmuştur. Yani darbesever 'aşısı' yapılmıştır çok.

Ama özünde merkez sağ siyaset ile darbeseverliği bir arada düşünmek zor, hatta imkânsız. 1960 başta olmak üzere tüm askerî darbeler merkez sağ siyasal iktidarlara karşı yapıldı. Darbecileri bu iktidarlara karşı harekete geçiren, bürokrasinin değil milli iradenin üstünlüğüne dayanan bir duruş ve politika sergilenmiş olması.

Egemenliğin devlet seçkinlerinden millet temsilcilerine geçmeye başladığı sürecin miladı kuşkusuz 14 Mayıs 1950'de DP'nin ilk demokratik seçimi kazanması. O gün bu gündür Türk siyasal hayatında 'atanmışlar'la 'seçilmişler' arasındaki iktidar mücadelesi devam ediyor. Bu mücadelede merkez sağ, milli iradeye yaslanarak seçilmişlerin üstünlüğünü savunan bir hareket.

Yani merkez sağ siyasetin ve toplumsal zeminin en belirgin özelliği devletin bürokratik tahakkümüne karşı, serbest seçimlerle tecelli eden milli iradeyi temel değer ve üstün referans olarak benimsemesidir.

Sıklıkla, 2002 ve 2007 genel seçimlerinde 'merkez sağ'ın çöktüğü tespiti yapılıyor. Aslında çöken merkez sağ değil, merkez sağın siyasal aktörleriydi. Merkez sağ toplumsal gövde aynen yerinde dururken 'merkez sağ' refleksler göstermeyen, adı darbelerle ve darbecilerle anılan siyasal partileri ve 'eski' liderleri siyasetten sildi bu taban. Böylece merkez sağın siyasal temsili de bambaşka bir kulvardan gelen AK Parti'ye geçti.

Dolayısıyla 'geleneksel' merkez sağın krizini anlamak için sorulması gereken temel soru şudur; son on yılda merkez sağda olduğu söylenen liderler, bürokratik iktidar karşısında milli iradeyi, Meclis'in üstünlüğünü, demokratik meşruiyeti ne kadar savundu, savunabildi? Buna olumlu cevap vermek imkânsız. 28 Şubat sürecinde başrol oynayan Süleyman Demirel, iktidar ortağı DYP'den ayrılarak asker güdümlü bir parti kurup ara rejim günlerine hazırlanan Hüsamettin Cindoruk, iktidarı 'altın tepside' askerden alan Mesut Yılmaz, 27 Nisan darbe teşebbüsüne sesini çıkaramayan, 367 yargı darbesine imkân veren Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu 'merkez sağ'ı ne kadar temsil edebilirlerdi ki?

Bürokratik iktidar odaklarının 'merkez sağ' siyasetin temel değerlerine yönelttiği saldırılara sessiz kalan, hatta bu saldırılarında onlara arka çıkan siyasal partilerin ve kişilerin 'merkez sağ' referansları zaten kalmamış demektir. Son yıllarda olan da budur. Askerî ve yargısal darbeleri destekleyen Demirel ve Cindoruk gibi isimlerin 'merkez sağ' tabanı ve duyarlıkları temsil imkânları doğal olarak yoktur artık. Bu yüzdendir ki Demirel'in adı bir ara CHP genel başkanlığı için anılır olmuştu.

Şimdi bu isimler, son bir yıldır adına uygun bir söylem tuturan Demokrat Parti'yi ele geçirmeye çalışıyorlar. Aslında yapmak istedikleri DP'yi ele geçirmekten çok, demokrat bir tavırla ve cesaretle siyaset yapan, partiyi Ergenekonculardan ve darbecilerden temizlemeye çalıştığını deklare eden Süleyman Soylu ve arkadaşlarını susturmak. Yoksa, bir partinin genel başkanı olarak girdiği son seçimde % 0,5 oy alabilen Cindoruk'un siyasal bir iddiası olabilir mi?

'Siyasette gençlere ihtiyaç var, dönüyorum' diyen 79 yaşındaki bir adamın 'gençlik' iddiası ne kadar trajik ise, geçmiş siciline bakınca 'demokratlık' iddiası da o kadar trajikomik görülüyor. Cindoruk'un demokratlığı da 'genç' olduğu kadar gerçek... Acaba bu defa darbeseverlerin 'truva atı' merkez sağa sızabilecek mi?
İHSAN DAĞI

7 Mayıs 2009 Perşembe

MHP'nin Kürt politikası

Türkiye'nin "Kürt sorunu"nu (hadi bazıları için "terör sorunu" diyelim) hal yoluna koyacak aktörleri tek tek sıralasak, birinci sıraya MHP'yi yerleştirmemiz gerekir. Şayet MHP bulunacak çözümü benimsemezse ve direnirse kalıcı bir çözüme ulaşılamaz.

MHP'nin rolünü, bu alandaki gücünü değil sorumluluğunu hatırlatmak için vurguluyorum. Çünkü MHP'nin belirleyici gücü yapıcı değil, yıkıcı bir faktör olarak kapıda bekliyor. Eğer sorun silahla değil siyasetle çözülecek ise siyasî aktörlerin rolü belirleyicidir. Gelişmeler bir siyasal aktör olarak TSK'nın (ve devletin), AK Parti hükümetinin ve karşı cephede PKK'nın "siyasal çözüm"e yakın durduğunu gösteriyor. Bu aktörlerin hepsinin çözümde yer alması gerekli, ama yeterli değil. MHP'nin çözüm yolunda ilerlerken denkleme koyacağı ağırlık ise her şeyi altüst edebilir.

MHP lideri Devlet Bahçeli'nin bu haftaki grup konuşmasında verdiği mesajlar ve kullandığı dil bu yüzden çok önemliydi. Bahçeli, genel olarak ılımlı ve dikkatli bir dil kullanıyor. Yeterli mi?

MHP'nin kullandığı dilde (sadece MHP'ye özgü jargonda) ciddi sorunlar var. MHP'nin büyük bir tehlike olarak önümüze koyduğu "PKK'nın siyasallaşması" bunlardan biri. "PKK'nın siyasallaşması" ne demek? Hadi olduğu gibi kabul edelim. Bir terör örgütünün elindeki silahı bırakarak "siyasallaşması" yani siyasal araçlarla yoluna devam etmesi olumlu bir gelişme değil mi? Yine bir başka deyim: "Siyasal bölücülük". Şayet böyle bir şey varsa bunun "siyasal olmayanı" da olmalı. Bahçeli'nin kullandığı "siyasallaşmış bölücülüğün eylemlerini toplumsallaştırma çabaları"nı, herkesin anlayacağı biçimde nasıl tanımlarız?

Kürt sorununu, partiler arasında bir polemik konusu olmaktan çıkartacak sorumluluğu da MHP'nin üstlenmesi lâzım. Bu yüzden, son gelişmeleri yapıcı bir dille analiz ederken hükümeti "gaflet, kararsızlık ve çaresizlik"le itham etmesinin sorunun çözümüne bir katkısı yok. Teröre kurban giden şehitlerle, hükümetin "taviz veren siyaset sicili" arasında ilişki kurmak da sorumlu bir dile aykırı. Bahçeli'nin "...yaklaşık 25 yıldır süren bölücü terörle mücadeleye son vermenin zamanı çoktan geçmiştir" sözü, retorikten ibaret değilse o zaman bulduğu çözümü söylemeli. Zira, "terör örgütünün ya tam bir imhası... ya da tam bir teslimiyet haliyle silahsızlandırılmış mensuplarının adaletimize intikali" diye önümüze koyduğu iki seçeneğin, 25 yıldır askerlerin söylediklerinden hiçbir farkı yok. Sahi MHP bugün, 25 yıldır savunduklarına ilave yeni ne söylüyor? Bugün artık askerlerin bile terk ettiği, Kuzey Irak yöneticileri için "aşiret reisleri" tabirini ısrarla kullanmaya devam etmesinin kime ne faydası var? MHP'nin bir Kürt politikası var mı? "Terör örgütünü yok etmek veya adalete teslim etmek" seçenekleri dışında canımızı yakan bu soruna dair MHP'nin söylediği ne var? Meselâ Bahçeli, bir Kürt vatandaşımızın bir Kürt olarak sahip olduğu hakları acaba nasıl sıralar ve koyduğu yasakları nasıl temellendirir? Bu konuda içinde olumsuzluk eki olmayan kaç cümle kurabilir?

MHP'nin siyasî misyonu ile parti çıkarları arasında çelişkiler var. Türkiye Kürt sorununun çözümünde yeni bir aşamaya girdi. Kanı kanla yıkamaya kalkmanın ne bu ülkeye ne de yaşayanlara faydası var. 40 bin kişi öldü diye, yeni 40 bini gözden mi çıkartalım? Devletler kan davası gütmez. MHP bugüne kadar bu sorunu sömürerek siyaset yapmadı; ama katkı da sağlamadı. Şimdi, pozitif bir dille bir adım ileri geçmesi, çözüm önünde engel gibi görünmekten çıkarak bir ucundan meseleye el atması lâzım. Sorun çözülecekse MHP'nin de taşın altına elini koyması şart.

MHP'nin itiraz etmek, denenmiş ve imkânsız olduğu anlaşılmış olanda ısrar etmek dışında yapıcı bir dilin egemen olduğu Kürt politikası geliştirmesi lâzım. Devletin, milletin ve ülkenin MHP'nin Kürt politikasına şiddetle ihtiyacı var.
MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE

Bunlar doğru mu, yoksa boru mu?

CHP Genel Başkanı Sayın Baykal, önceki gün partisinin grup toplantısında aynen şöyle dedi: "Law silahı diye bir şeyler, sanki büyük bir askerî tehdit teşkil edecekmiş gibi anlatılıyor. Anlaşılıyor ki bazıları, mermisi olmayan boru..."

Herhalde Sayın Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ'a destek çıkıyor. O da eline alıp bu boş boruyu göstermişti.

Hâlbuki Beykoz Poyrazköy'de Dalan'ın İstek Vakfı'nın arazisinde ele geçirilen silahlar arasında, dolu 15 law silahı daha vardı. Sayın Başbuğ söylemişti. Bu dolu law silahları 200 metreden 30 cm zırhı deliyor. Yani zırhlı araçlara karşı en etkili suikast silahları... Türkiye'de zırhlı araçların hangi devlet ve hükümet yetkililerinde olduğunu biliyoruz. Onlardan 15'ine -Allah korusun- bu dolu law silahları ile suikast yapılsa, bu ülkede doğacak kaosun boyutlarını tahmin bile edemeyiz.

O zaman Sayın Başbuğ ve Sayın Baykal, neden dolu law silahları varken, borular üzerinde bu kadar çok duruyorlar?

İddia olunan Ergenekon Terör Örgütü davasıyla ilgili asıl yanlış, bu davanın küçümsenmesi, hedefinden saptırılması, sulandırılması, bulandırılmasıdır. Hele hele dolular yerine boruların gösterilmesi, çok ciddi darbe hazırlıkları yapılmışken, dikkatlerin "saygın" isimlerin tutuklanmasına çevrilmesi, "cambaza bak" numarasını bile gölgede bırakmaktadır.

Bakınız geçen hafta Taraf gazetesi yine manşetine çok önemli bir gelişmeyi taşıdı. 2. Ergenekon İddianamesi belgelerinde, dört kişiden oluşan bilirkişi heyetinin raporu vardı. Rapora göre, 2003 ve 2004'teki Sarıkız ve Ayışığı isimli darbe girişimlerinin anlatıldığı "Darbe Günlükleri"nin, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek'in bilgisayarından çıktığı kesinlik kazandı. Yani günlüklerin yazarı resmen Özden Örnek... Ergenekon dostları dayanışmasına göre, bu günlükler Örnek'e ait değildi.

Şimdi bu resmî belge; doğru mu, yoksa boru mu?

Keza, Vatan gazetesinin derlediği belgelere göre, Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay'ın bilgisayarından çıkan notlara göre, Başbakan Tayyip Erdoğan, 4 Ocak 2006'daki Milli Güvenlik Toplantısı'nda sesini yükselten generallere sert tepki gösterdi. Halkı birleştiren temel dinamikler arasında dini görmediklerini söyleyen paşalara karşı çıkan Erdoğan, "Siz hangi dünyada yaşıyorsunuz?" sorusunu yöneltti. Dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Faruk Cömert'in "Ümmetçi yaklaşım sergiliyorsunuz" sözleri üzerine Başbakan, "Dinle o zaman beni. Siz başka bir dünyada yaşıyorsunuz. Size birileri bir şeyler getiriyor, onlarla konuşuyorsunuz" çıkışında bulundu.

Şimdi bunlar doğru mu, yoksa boru mu?

15 Ocak 2004'te, Başbakan Erdoğan'a Genelkurmay Karargâhı'nda brifing verilmişti. Toplantının kayıt belgeleri, Şener Eruygur'da ele geçti ve 2. İddianame'nin eklerinde 177 No'lu klasörde bu belgelere yer verildi. Belgelerde, dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Org. İlker Başbuğ ile Başbakan Erdoğan arasında şu konuşmanın geçtiği yazılı:

Başbuğ: Kamu Yönetimi, YÖK tasarısı, belediye sınırlarını değiştiren yasa tasarısını bize sormadınız.

Erdoğan: Uyarı ve taleplere karşı değiliz. Kamu Yönetimi Yasası ile ilgili görüşlerinize uyduk.

Başbuğ: Ayrılıkçılığı cesaretlendirmekten kaçınmalı. Avrupa Birliği üyeliğinde yavaş hareket edilebilir.

Erdoğan: Aralık 2004'te üye olamazsak B planını devreye sokarız.

Şimdi bunlar doğru mu, yoksa boru mu?

Binlerce faili meçhul cinayet işlendiği doğru mu, yoksa boru mu? Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Ahmet Taner Kışlalı ve onlarca akademisyenin, yazar ve gazetecinin bu ülkede karanlık eller tarafından katledildiği doğru mu, yoksa boru mu? Bu ülkenin cumhurbaşkanının, sırf varlığından rahatsızlık duyulduğu için suikasta kurban gittiği ve Özal'ın ardından Dalan'a, 2023'e kadar başbakan yapılacağı sözü verildiği doğru mu, yoksa boru mu? İddia olunan Ergenekon Terör Örgütü var mı, yoksa o da boru mu?
HÜSEYİN GÜLERCE

Üç bölge, üç tehlike, Türkiye'nin üç tercihi

Ergenekon operasyonları ve tartışmaları, PKK saldırıları, düğün katliamı gibi son günlerde Türkiye kamuoyuna göz açtırmayan gelişmelerden kafamızı kaldırıp biraz çevremize baksak çok iyi olacak. Sadece, gerçeklerden çok spekülasyonların yönlendirici olduğu, domuz gribi değil, Türkiye için can alıcı gelişmeler oluyor çevremizde. Şimdilerde biraz sakin, kontrollü ve siyasi alanda seyrediyor gibi görünen bu gelişmeler, çok yakında kontrol sınırlarını aşabilecek, dış politikada etkili olan olumlu havayı bir anda tersine çevirecek güce sahip.

Öncelikle söylemeliyiz; Türkiye'nin gelecek yılları için büyük umutlar besliyoruz. Bu bir hayal değil, birilerinin rol tayin etmesiyle, yeşil ışık yakmasıyla sınırlı bir şey de değil. İçerideki zihinsel ambargo kırıldıkça dışarıda genişleme hissediliyor ve bu sadece bizim değil, bütün dünyanın dikkatini çekiyor. İçeride geri dönüş ya da dışarıda başarılı adımların Türkiye'nin inisiyatifinin ötesinde faktörlerden kaynaklanarak boşa çıkması son derece tehlikeli gelişmeleri bize taşıyacaktır. Gerçekten de rüzgarın tersine dönmesi tahminlerden çok daha kolay ve hızlı olabilecektir.

İşte bu tehlikeli gelişmeler dünyanın üç noktasında öne çıkıyor. Bu üç bölge, önümüzdeki dönemin çatışma alanları olacak gibi. Türkiye, üç bölgede de etkin bir güç olmaya çalışıyor. Yani üç çatışma bölgesinin de tam merkezinde yer alıyor.

1- Orta-Doğu Afrika hattı: Somali, Sudan, Eritre, Etiyopya bölgesi. ABD ve hemen bütün Batılı güçlerin, Asyalı güçlerin yığınak yaptığı, ekonomik, jeopolitik çatışma alanı olarak öne çıkan bir bölge. Suveyş, Kızıldeniz, Hint Okyanusu'na açılan bölge. Orta Afrika enerji projeleri için her ülkenin güçlü olmak istediği bölge. Şimdilik korsanlar ve Somali'deki istikrarsızlıkla gündemde. Ama çok yakında çatışmaların bölgesel düzeye yayılması kuvvetle muhtemel. Türkiye, Afrika açılımını buradan yapıyor, bölge güvenliği ile ilgili önemli roller üsleniyor. Yani gelişmelerin tam merkezinde.

2- Afganistan-Pakistan hattı. Pakistan'da bugün bir nevi iç savaş var. Taliban gerekçesiyle ABD bu ülkeyi istikrarsızlaştırdı. Yakın gelecekte ülkenin kuzey bölgelerine geniş çaplı askeri harekatlar yapılacak gibi. Durum böyle devam ederse Pakistan'ın iç savaşa sürüklenmesi muhtemel. Nükleer silahları nedeniyle Batı'nın kontrol altına almak isteyeceği Pakistan ile Afganistan'ın kaderi birleşebilir. NATO Afganistan'a büyük bir operasyona hazırlanıyor. Hemen her gün katliam boyutlarına varan sivil can kayıpları yaşanıyor. Daha birkaç gün önce Ferah bölgesinde, çatışmalardan kaçan siviller bombalandı ve çoğu kadın ve çocuk yüz kişi hayatını kaybetti. Bölge halkı parçalanmış cesetleri getirip vilayet binasının önüne bıraktı. Çok yoğun bir öfke var. Ve bu öfke NATO'ya karşı. Türkiye burada da merkezde yer alıyor. Hem bölgede hem bölgeye dışarıdan müdahale eden ülkeler arasında.

3- Üçüncü bölge Kafkaslar: Buradaki durumu "yakın tehlike" olarak değerlendirmek zorundayız. Rusya-Gürcistan savaşından sonra Kafkaslarda tansiyon hızla yükseliyor. Türkiye-Ermenistan yakınlaşması, Ankara-Bakü arasındaki olumsuz hava, Ermenistan sınır kapısının açılması, Gürcistan'ın istikrarsızlığa sürüklenmesi gibi Kafkasların üç ülkesi üzerinde şiddetli bir rekabet söz konusu. ABD-Rusya, NATO-Rusya arasındaki Kafkas kavgası üç ülkeyi de istikrarsızlığa sürüklüyor. Satrancın her hamlesi tansiyonu aniden tırmandırıyor. Bu şekilde devam etmesi Güney Kafkaslarda savaşa bile dönüşebilir. Türkiye özellikle Rusya ile ilişkilerinde çok dikkatli davranıyor. Burada da tansiyonu yükselten NATO. Rusya-Gürcistan savaşından sonra iki ülke askeri birimleri yeniden alarm durumuna geçti. Bir darbe önlendi. Bu sefer de dün başlatılan NATO tatbikatları krizi tetikledi.

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın 13 Mayısta Bakü'ye, 16 Mayısta Moskova'ya yapacağı ziyaretler çok kritik önem taşıyor. Ankara Rusya ile ABD arasında yine dengeli davranacaktır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Prag'da Azeri ve Ermeni liderlerle yapacağı görüşmeler, üçlü zirve ihtimali, Türkiye-Ermenistan Yol Haritası'nın içeriği ile ilgili somut gelişmelere zemin hazırlayacak. Ankara-Erivan-Bakü arasında işgal topraklarının iadesinin ötesinde de çıkar ortaklıkları söz konusu. Umarız Kafkaslardaki restleşme bölgesel istikrarsızlığa hatta çatışmalara neden olmadan işbirliğine dönüşebilir. Aksi takdirde Hazar çevresi, Batı-Rusya restleşmesi bölge için kötü senaryoları gündeme getirecek.

Şu an için bu üç bölgeden en hassas olanı Kafkasya. Her an patlamaya hazır. Türkiye, diğer iki bölgede olduğundan da çok burada merkezi konumda. Üç bölge ile ilgili tercihlerimiz, isabetli olduğu oranda, dengeli olduğu oranda Türkiye'nin önünü açacaktır. Küçük bir hesap hatası, sadece o bölgelere değil, Türkiye'ye de ağır bedeller ödetebilir. Önümüzde üç kritik sınav var. Bu üç sınav tahminlerimizin çok ötesinde bu ülkenin geleceği üzerinde belirleyici rol oynayacak. Bence hafife almayın…

İbrahim Karagül

Karayılan: Erdoğan AB’yi okuyamıyor

PKK’nın bir numarası Murat Karayılan 1956’da Suriye sınırında bir köyde doğmuş. Gaziantep Makine Yüksek Okulu’nu bitirmiş. 1970’lerin başında, daha ortaokul sıralarındayken 12 Mart döneminde Deniz Gezmiş’lerden etkilenip ‘solcu’ olmuş...
O yılları anarken ekliyor:
“Sonra da Kürt sorununu kucağımızda bulduk.”
Kandil Dağı’nın eteklerindeki iki odalı köy evindeki dört saatlik sohbetimizde sordum:
“Başbakan Erdoğan hükümetine bir çağrınız varsa, bunu bir, iki, üç, dört diye satırbaşlarıyla nasıl özetlersiniz?”
Durdu, bir süre konuşmadı.
PKK’nın beş kişilik Başkanlık Konseyi üyeleri Bozan Tekin ve Sozdar Avesta’yla göz göze geldi. Biraz başka konulara değindi. Kafasında evirip çevirecek kadar zaman kazandıktan sonra tane tane konuşmaya başladı Karayılan.
Not defterimden aktarıyorum:
“(1) Hükümet, sorunu yeniden askere havale etmesin. Kürt sorununda silahları devre dışı bırakabiliriz. Devlet de anlayış göstermeli.
(2) Askerde eskiye göre biraz daha farklılık var, değişiklik var. Ama buna karşılık siyaset eksiği var, liderlik eksiği var.
(3) Hükümet bir açılım yaparsa, biz de gerekeni yaparız. Keşke bir adım atılsa...

‘DTP’ye yapılan siyasi katliam’
(4) Bizim sorumlu bir duruşumuz var. Başkanımız halen hapistedir. 4 bin PKK’lı da hapistedir, bunu unutmayın.
(5) Biz yerel seçimlerle birlikte bir yumuşama beklerken, tam tersi oldu. DTP’ye dönük operasyon, bastırma başladı. Bu bir ‘siyasal katliam’dır. Olmaz böyle şey. Oysa, biz yumuşama beklentisiyle 1 Haziran’a kadar uzattık eylemsizliği, ateşkesi... 29 Mart seçimlerinin mesajı demokrasidir.
(6) Başbuğ, PKK’yı bitirmek için bu yılın bir şans olduğunu söylüyor. ‘Uluslararası konjonktür de müsait PKK’yı bitirmek için’ demek, gerçekleri görmemektir. Biz siyaset diyoruz. Bakın, 1999 şokunu, (Öcalan’ın yakalanması, HC) yaşayan bir PKK bir daha bitmez. PKK hem dağa dayanır, hem kitleye dayanır çünkü... (Biraz durup devam ediyor) Ne yani şimdi Amerika gelip bizi dağda mı bitirecek?

‘Empati, evet biraz empati...’
(7) Kürtleri asimile etmeye dönük politikalar başarılı olmadı. PKK’yı bitirmeye dönük politikalar başarılı olmadı. Bitmedi PKK...
(8) Şimdi siyasal çözüm şansı vardır, koşullar olgunlaşmıştır. Bu fırsatı kaçırmayalım. Yeni bir savaş süreci açılmasın, barış süreci açılsın. Batı’daki, bölgedeki bazı ülkelerin Kürt sorununda çözümsüzlüğe oynayan politikaları Türkiye’nin zararınadır. Kürt sorununu çözen bir Türkiye, bölgede lider olur. Bunun için toplumsal uzlaşmaya ihtiyaç vardır.
(9) Hani ne diyorlar, empati... Evet biraz empati! Artık ne asker ölsün, ne biz ölelim.
(10) Uzattığımız el havada kalmasın!”
Karayılan’ın çağrısı böyle.
Ankara’ya bu çağrısını özetlerken bir ara Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ’un son basın toplantısına değindi. Dağda, televizyondan dikkatle izlemişler toplantıyı. Bu arada biraz da alaylı bir dille dedi ki:
“Başbuğ bizi de insandan saydı. Hani, ‘Terörist de insandır!’ dedi ya...”
Murat Karayılan’ı dinlerken defterimin bir kenarına not ediyorum. PKK’nın bir numarası her seferinde, “Kürt sorunu bizden sorulur; bu sorun çözülecekse, ancak bizimle çözülür” demeye getiriyor.
PKK ile Kürt sorununu özdeş kılan bu söylem, “PKK’nın üstüne gelmek, PKK’yı dışlamak, Kürt sorununda çözümsüzlüğe oynamaktır” diye ifade edilebilir.

‘Fransa ve Almanya çözümsüzlüğe oynuyor’
Karayılan bu bakış açısından hareketle Avrupa Birliği’ni, özellikle Fransa’yla Almanya’yı eleştiriyor. Her iki ülkenin de Türkiye’yi AB’de görmek istemediklerini söylüyor; bu nedenle bu ülkelerin Kürt sorununda çözümsüzlüğe oynadıklarını belirtiyor.
Bu durumu, Türkiye’de siyasetin, Başbakan Erdoğan’ın okuyamadığı kanısında Murat Karayılan.
Şöyle diyor:
“Fransa’sı, Almanya’sı seni Avrupa Birliği’nde görmek istemiyor. Onun için de Kürt sorunu çözülsün istemiyorlar. Bu sorun çözülmeyince, çatışma devam edince, bu ülkelerin sana karşı söyleyecekleri bin türlü lafı olacak seni AB’ye sokmamak için. İnsan hakları diyecekler, bin türlü şey diyecekler. Bu durumu okuyamıyor Türkiye...”
AB böyleyse, ABD nasıl?

‘Obama’nın ne yapacağını kestiremiyorum’
Karayılan şöyle dedi:
“Şimdi Başkan Obama ne yapacak? Başkan Bush Amerika’sı da Kürt sorununda çözümsüzlüğe oynadı. Aslında Lozan’dan beri Kürt sorununda çözümsüzlük siyaseti sürüyor Amerika’nın. Bunu Türkiye’ye karşı bir koz olarak tutuyor. Örneğin İsrail’in de işine geliyor çözümsüzlük hali. Böylece Türkiye’nin İsrail’e ihtiyacı olacak, İsrail’in Heron uçaklarına Türkiye’nin ihtiyacı olacak, (Türkiye’nin İsrail’den satın aldığı pilotsuz keşif uçakları, Kandil’in tepesinde uçarak PKK hedefleri saptıyor, HC). Bölgede İran da istemez Kürt sorununun çözümünü, benzer nedenlerle... Hepsi çözümsüzlüğe oynarlar Kürt sorununda...”
“Obama Amerika’sı ne yapacak?”
“Emin değilim. Obama da Bush gibi mi yapacak, yani çözümsüzlüğe mi oynayacak? Keşke siyasi çözümü içtenlikle istese Obama Amerika’sı... Ne yapacak, kestiremiyorum. Çözüme büyük katkısı olur Amerika’nın...”
Şunu da ekliyor bu arada:
“Bu sorunu biz bize çözelim. Gerçek bir liderle Türkiye’nin bu sorunu 24 saatte çözülür.”

‘Bir zamanlar Kürtçe bile yasaktı’
Karayılan’a iki soru sordum.
Birincisi özetle şuydu:
“PKK 1984’te Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla silahlı mücadele başlatmamış olsaydı, bu kadar kan ve gözyaşı akmamış olsaydı, Kürt siyasal hareketi barışçı yöntemlerle bugün çok daha güçlü olmaz mıydı?”
Karayılan’ın yanıtı:
“Hayır olmazdı. Büyük ihtimalle biterdi Kürtler... Unutmayın bir zamanlar evde bile Kürtçe konuşmak yasaktı. İnsanlar kendi evinde bile Kürtçe konuşmaya korkardı.
Silahlı isyan büyük yıkıntılara, üzüntülere yol açtı ama bu süreçtir, Kürt gerçeğini Türkiye’de sahneye çıkaran... Bugün aramız olmasa da, İsmail Beşikçi Hoca, Şemdinli ve Eruh’la başlayan süreç için, ‘Kürt teslimiyetçiliğine sıkılan kurşundur’ der.”

‘Önkoşulsuz silah bırakırsak her şey beter olur’
İkinci sorum şuydu:
“PKK bugün önkoşulsuz, her hangi bir koşul öne sürmeksizin silah bıraksa, dağdan inse, Kürtler için daha iyi olmaz mı, Kürt siyasal hareketi daha güçlenmez mi?”
Murat Karayılan’ın cevabı:
“Sanmıyorum. Bakın, DTP bu kadar oy aldı, Meclis’e girdi. Başbakan elini uzatmıyor DTP’ye, Başbuğ tanımadığını söylüyor. Bu arada Başbuğ, bireysel kültürel haklara taraftar olduklarını, kolektif haklara karşı çıktıklarını söyledi. Biz şimdi hiçbir şey olmadan silah bıraksak, her şey çok daha beter olur bizim açımızdan...”
Kuzey Irak notlarının yedincisi, Murat Karayılan’la dört saatlik Kandil görüşmesinin dördüncüsü yarına...
Dünkü yazımın sonunda duyurduğum bazı konuları, Fethullahçılar’la, İran ve Hizbullah’la PKK ilişkilerini, PKK’nın tepesinde Karayılan-Bayık çatlağı var mı yok mu sorusunu, Bostancı olayıyla PKK’nın ilintisini yarına bırakıyorum.

Hasan Cemal

6 Mayıs 2009 Çarşamba

‘Korucu husumeti’ mi, başka bir şey mi?

İl merkezine yaklaşık 25 kilometre mesafede bulunan...

Mardin’in Mazıdağı ilçesine bağlı Bilge köyü... 32 haneli bir köy.

Vadinin başında kurulu bulunan Bilge köyü, 7 çeşmesiyle ünlü bir mesire alanı olarak da bilinmekte...

32 haneli köyün tamamı aynı aileden.

Hepsi de ‘Çelebi’ soyadını taşımakta...

Ve erkeklerin tamamı da korucu.

Burası bir ‘korucu’ köyü...

Nişan evine maskeli dört-beş kişi baskın veriyor...

Namaz kılanları, kadınları, çocukları on beş dakika boyunca tarıyor...

Cumhuriyet tarihinde eşi memendi olmayan bir vahşet gerçekleştiriyor.

Katliam organize ve profesyonelce...

İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Mardin’in Bilge köyünde düğün evine düzenlenen ve 47 kişinin ölümüne neden olan silahlı saldırı olayıyla ilgili, silahlarıyla birlikte gözaltına alınan 8 kişinin de nişan sahibi aileyle aynı soyadı taşıdığını açıkladı...

‘Korucunun korucuya’ ettiği mi?

Bu kanlı ruh halini açıklamaya, bu görülmemiş vahşeti izaha yeter mi?

Yoksa ‘görüntünün’ altından başka bir ‘gerçek’ mi çıkacak?

* * *

Evlenecek olan eski köy muhtarı Cemil Çelebi’nin kızı...

Zaten bunun için köydeki aileler kadınlı erkekli eski muhtarın evine gidiyor.

Gelin adayı Sevgi Çelebi kiminle evlenecek?

Habib Arı’yla evlenecek.

Silahlı saldırıyı yapanların...

Nişan töreni düzenlenen Sevgi Çelebi’nin kendi yakınları olan bir kişiyle evlenmesini istedikleri ve bu talebin kızın ailesince kabul edilmemesi...

Saldırganların ailesiyle, damadın mensup olduğu Arı ailesi arasında 20 yıl öncesine dayanan bir husumet bulunması...

Saldırganların bu nedenle Sevgi Çelebi’nin Habip Arı ile evlenmesine karşı çıkmaları...

Bu konuda bir süre önce saldırganların mensup olduğu aile bireyleri ile gelinin ailesi arasında tartışma yaşanmış olması...

Bütün bunlar...

6’sı çocuk...

17’si kadın...

Toplam 47 kişiyi profesyonel bir canilikle katletmenin açıklaması için yeterli mi?

Mardin gibi çok ince ve damıtılmış bir kültürden gelen bir yörede bunun olabileceğine inanmak...

Bunu sıradan ve doğal kabul etmek...

Doğrusu hiç de kolay değil...

* * *

Kolay olmadığı için Reuters kısa haber-yorumunda şu çarpıcı ifadeleri kullanıyor:

‘Türkiye’nin güneydoğusunda bir düğünü basan otomatik silahlı dört kişi çoğu çocuk ve kadın 44 kişiyi öldürdü.

Pazartesi gecesi meydana gelen saldırı Avrupa Birliği adayı modern Türkiye’nin tarihindeki en büyük katliam olarak tarihe geçti.

İçişleri Bakanı Beşir Atalay olayın bir terör saldırısı olmadığını, iki aile arasındaki kan davasından kaynaklandığını açıkladı.

Düğünü basan kişilerin köy korucusu oldukları belirtildi.’

Reuters, Türkiye’de 57 bin köy korucusunun bulunduğunu, tartışmalı köy korucusu uygulamasının 1985’te başlatıldığını ve bu kişilerin devlet adına öldürme yetkisine sahip olduklarını da vurguluyor...

* * *

Bu, altından ‘çapanoğlu’ çıkacak bir karanlık cinnet ise de...

Gerçekten bir ‘aile husumeti’ ise de...

Ülkenin hastalanmakta olduğunu gösterir.

‘Koruculuk’ siteminden dolayı mı hastalanıyoruz ya da ‘koruculuk’ sitemini doğuran şartlardan dolayı mı hastayız?

Yahut başka nedenlerden mi?

* * *

Mardin’deki insanın aklını başından alan çıldırma...

Bir polisiye vaka olmaktan çok uzakta...

Toplumsal bir nevrozun belirtisi olarak ele alınmalı...

Bir ülkede, ‘kızı’ istemediğimiz kişilere verdiler diye, bebeleri, kadınları, namazdaki yaşlıları yakıp yok eden bir psikopatlık hüküm sürüyorsa; tüm dünyanın yaklaştığı gibi dehşetle dönüp bakılacak, iyileştirmeden de peşi bırakılmayacak bir toplumsal cinnetin çığlığıdır duyulan...

Mehmet Altan

Zevk için dinden uzaklaşan her insan dünyaperesttir.

Dünyayı çok sevmek dünyaperestliktir. Dünyada yaşadığımıza göre her insan az ya da çok dünyayı sever.
Allah, dünyayı ve içindekileri insan için yaratmıştır. İnsan aradığı her şeyi dünyada bulur, bu sebeple dünyayı sever.
Dünyanın çeşitli yüzleri vardır. Birincisi dünya ahiretin tarlasıdır. İkincisi ise dünya fanidir. Her şey gelip geçicidir. Kıyametin kopacağı, astronomi âlimleri tarafından bile kabul edilmektedir.
Üçüncüsü ise dünyanın günahlara bakan yüzüdür. Günahların bütünü dünyada işlenir.
Sahil evlerinde denize girenler de var, evinde oturup kitap okuyup ibadet ederek vaktini değerlendirenler de. Her ikisi de sahilde bir evde oturuyor. Kısacası dünyanın helale bakan yönü de var, harama bakan yönü de. Cennete de, cehenneme de dünyadan gidilir.
Allah’ın bize verdiği akıl, gönderdiği kitap Kur’an-ı Kerim, Peygamberimiz ve sünnetleri dünyayı ve ahireti cennet etmek içindir.
Almanya’da bir arkadaşıma; “Günlerini nasıl geçiriyorsun?” diye sordum. Dedi ki: “Sabah namazından sonra biraz okurum, sonra kahvaltımı yaparım, biraz dinlenirim. Uyanır işlerimi görürüm. Âlimleri dinlemeye giderim.” Arkadaşa dedim ki: “Seni tebrik ederim. Mekke’de olsaydın da bunları yapardın. Mekke hayatını Berlin’e taşımışsın.”
Dünya için, yani menfaat ve zevk için dinden uzaklaşan her insan dünyaperesttir.
Helal kazanç için çalışmak dünyaperestlik değildir. Haram yoldan kazanç sağlamak dünyaperestliktir.
Meyve suyu içmek dünyaperestlik değildir, sarhoş eden bir içecek içmek dünyaperestliktir.
Kadının kocasına güzel görünmek için süslenmesi dünyaperestlik değildir, kadının yabancı erkeklere güzel görünmeye çalışması dünyaperestliktir.
Bir şeyh, müridine, bahçesine bir elma ağacı dikmesini söylemiş. Mürit kendisine söyleneni yapmış. Fidan kısa zamanda büyümüş, bol meyve vermiş. Müridi demiş ki: “Bu şeyhimin kerametidir.” Bir gün şeyh o bahçeye gelmiş. Elmanın dallarını kırıp kırıp yere atmış. Müridi bu manzarayı dehşetle seyretmiş, şeyh, müridine, “Elmayı bahçeye dik dedim, kalbine dik demedim.” diye cevap vermiş.
Şimdi madalyonun diğer tarafına bakalım. Mal için, para için çok cinayetler işleniyor. İşte birinde dünya sevgisi kalbinin içindedir. Öbüründe dünya, cebindeki mendil gibidir, çıkarıp atar.
Mevlânâ diyor ki: “Dünya denizdir. Sen de denizde gemisin. Suyu içine alma batarsın.”
Bunları düşündüğümüzde dünyayı mı, ahiretimi mi sevdiğimiz anlaşılır...

H.İsmail