6 Mayıs 2009 Çarşamba

Filozof Dışişleri Bakanı

AK Parti, 7 yıl önce Türkiye'yi idare etme sorumluluğunu üstlendiğinde, nasıl bir yol haritası izleyeceği konusunda aslında oldukça avantajlıydı. Çünkü iki kritik alanda, önünde hazır ve oldukça detaylandırılmış bir pusula vardı.

Bunlardan biri ekonomi alanıydı. 2001'de Türkiye'yi yere seren büyük ekonomik krizin akabinde oluşan büyük uzlaşma ve IMF'nin çizdiği yol haritası, bu konuda yapılacakları büyük oranda belirlemişti. Hükümete düşen, tek parti iktidarının avantajını da kullanarak bu programı sıkı sıkıya takip etmekti. Bu disiplin, dünyadaki ekonomik konjonktürün de yardımıyla Türkiye'ye hiçbir dönemde görülmemiş 27 dönem üst üste büyüme gibi müthiş bir başarı getirdi.

Ak Parti'nin açık bir yol haritasını önünde bulduğu alanlardan bir diğeri ise siyasi ve hukuki alanda yapılması gereken reformlar konusu idi. Türkiye'nin AB üyeliğine destek yüzde 70'lerin üzerindeydi. Toplumun hemen her kesimi arasında bu konuda büyük bir uzlaşma vardı. Üstelik bu hedefe ulaşmak için yapılması gereken işlerin listesi, Avrupa Birliği ile yapılan sayısız görüşmelerde netlik kazanmıştı. Nitekim AK Parti hükümeti, ekonomi alanında olduğu gibi AB konusunda da bu adımları Avrupalıları da şaşırtacak bir hızda attı ve Türkiye'nin Kopenhag Kriterleri'ni tamamladığını tescil ettirerek AB ile müzakerelere başlayan hükümet olma unvanını kazandı. 6,5 yıl boyunca gece gündüz demeden çalışan başta Başbakan Erdoğan ve mesai arkadaşlarının hakkını elbette teslim etmek gerekir. Ancak iktidara gelmeden bir sene önce kurulan bir partinin kısa sürede bu kadar başarı elde etmesinde bu iki avantajı da göz ardı edemeyiz. Nitekim bu bilinen ve üzerinde büyük uzlaşma oluşmuş parametrelerin artık pek işe yaramadığı son 2 yılda yaşanan belirsizlikler ve bocalamalar dikkate alınırsa, bu iki avantajın hükümetin başarısında ne kadar büyük rol oynadığı daha iyi anlaşılır. Bu iki alanda ne kadar Türkiye'nin izleyeceği yol haritası ne kadar belli ise dış politika alanında durum o kadar belirsizdi. Bir yanda Kıbrıs gibi yarım asırlık bir milli meselede yol ayrımına gelinmişti. Türk toplumunun kahir ekseriyetle olumlu baktığı AB sürecinin akıbeti de Kıbrıs'a endeksliydi. Diğer yanda daha büyük bir kriz kapıdaydı. Irak Savaşı için Washington'da tamtamlar çalıyordu. Türkiye'de hemen herkesin karşı çıktığı bir savaş için ABD on binlerce askerini Güneydoğu'ya konuşlandırmak istiyordu. Keşke bu alanda da AK Parti için bir yol haritası olsaydı. Ama yoktu. O kadar ki milli güvenlikle alakasız birçok konuda tavır almaktan çekinmeyen ve o günlerde Cumhurbaşkanı Sezer'in başkanlık ettiği Milli Güvenlik Kurulu bile bu kadar kritik konuda ne yapılması gerektiğine dair en ufak ipucu vermiyor; sessiz kalıyordu. Şimdi darbe planlarını Ergenekon iddianamelerinden okuduğumuz isimlerin hesabı basitti: Hükümet ABD'ye evet derse, işbirlikçi olup halkın ve İslam dünyasının gözünden düşecek. Savaşa hayır derse, Batı'dan kopacaktı.

Kıbrıs için de aynı kritik durum söz konusuydu. Hükümet çözüm yanlısı davransa, milli davayı satmakla itham edilecekti. Çözüme karşı ulusalcı bir refleks gösterse, AB yoluna kurşun sıkacaktı. Nitekim Mustafa Balbay'a ait olduğu öne sürülen günlükte, Ergenekon sanığı Org. Eruygur'un, Kıbrıs'ı nasıl bir yem olarak gördüğü netti. Eruygur, "Bunların Kıbrıs'ın altında kalmasını sağlamak, ama Kıbrıs'ı da kaptırmamak... Çok ince bir durum." diyordu.

İşte pusulasız ve tehlikeli bu yolculukta en büyük sorumluluk, son kabine revizyonunda Dışişleri Bakanlığı görevine getirilen Ahmet Hoca'nın sırtındaydı. 'Başbakanlık Dış Politika Başdanışmanı ve Büyükelçi' sıfatlarıyla Davutoğlu'nun bu 'derin' krizleri fırsata dönüştürme gayretlerine, bu sürecin rasyonel ve irrasyonel yönlerine bir sonraki yazıda değineceğiz. Tabii, yurtdışı seyahatlerinde, diplomasi brifinglerinde ve özel sohbetlerde sayısız kez birlikte olduğumuz bu uluslararası ilişkiler filozofu, bir iki yazıda ne kadar anlatılabilirse...
ABDÜLHAMİT BİLİCİ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder