16 Mayıs 2009 Cumartesi

İnsanlık Güzeli için-Mustafa İslamoğlu

Bu yazıyı ona ayırayım, o Gül Yüzlü’den bu karanlık çaga birkaç soluklu gül efiltisi taşıyayım için oturdum yazıya.

Aklım kalbime dedi ki: Bugün sen dur, onu ben anlatacagım. Onun, tevhidi ruhuna sindirmiş varlık tasavvurunu ben yorumlayacagım.

Ebu Zer’e “Gel ey Ebu Zer” deyip, onun elinden tutup güneşin batışını seyretmeye gidişlerini, bunun insanlıgın bu kutlu ögretmeni tarafından verilen bir “okuma dersi” oldugunu, Ebu Zer’e batan güneşin ardından “Güneş nereye gitti ey Ebu Zer?” deyişini, Ebu Zer’in “Allah ve Elçisi daha iyi bilir” diye karşılık verince, bu her gün yaşanan fakat birçogumuzun hiç farketmedigi hatta ‘sıradan’ karşıladıgı kozmolojik olayı, bir ayeti tefsir eder gibi tefsire tabi tutarak “Güneş Allah’a secde etmeye gitti!” deyişini anlatacaktım.

Aslında bununla güneşin tabi oldugu kozmik kanunu hatırlattıgını, güneşin ‘bi-şuur’ bir Müslüman kardeşimiz oldugunu, onun tesmiyette kusur etmedigini, onun kendisi için konulan yasaya uymasının “güneşin secdesi” anlamına geldigini anlatacaktım.

Buradan yola çıkarak biz Müslümanların mensup oldugu hareketin degil bir cografyayla, bir bölgeyle, bir kavim kabile ya da milletle, insan nesliyle dahi sınırlı olmadıgını vurgulayacak; yerlerin ve göklerin, dagların ve denizlerin, ateşin ve suyun da bu hareketin “dogal” bir üyesi oldugunu dillendirecektim. “İnanmazsanız Hz. Nuh’a sorun: ‘Müslüman’ (Allah’ın yasasına teslim olmuş) su, kardeşinin başı sıkıştıgında, zi-şuur kardeşi Nuh’a nasıl yardım elini uzattıgını bizzat kendisi anlatsın” diyecektim. Yine, “İnanmazsanız İbrahim’e sorun, başı darda kaldıgında, ateş kardeşi, nasıl onun yanında yer aldıgını anlatsın” diyecektim.

Dahası, Sevgili Nebi’nin bu tavrının, varlıgı bir “ayet” bilip okumak oldugunu, okuyabilene etrafımızda okunmayı bekleyen sayısız ayetin bulundugunu, ders alacak olana etraftaki her şeyin ders verdigini söyleyecektim. “Hayatı bir okula çevirelim; “la” silgimiz olsun “illa” kalemimiz olsun!” diyecektim. “La ile silip, illa ile yazalım, ‘La ilahe’ deyip temizleyelim enkazı, ‘İllallah’ deyip yerine inşa edelim yepyeni bir hayatı” diyecektim.

Aman yanlış anlamayın uyarısında bulunarak bir şey daha söyleyecektim.

Ya Muhammed’in rolünü oyna, “ögreten” ol! Topla sokaklardan Ebu Zerleri, uzat ellerini çagın yetimlerine, öksüzlerine, kimsesizlerine, itilmiş-kakılmışlarına. Onlara hayatı okumayı, ölümü okumayı, baharı ve yazı, kışı ve güzü okumayı, yıkılışları ve yükselişleri, varlıgı ve yoklugu, bollugu ve darlıgı, acıyı ve sevinci, güneşi ve ayı, geceyi ve gündüzü, burayı ve öteyi okumayı ögret.

Ya Ebu Zer’in rolünü oyna, “ögrenen” ol! Oku her şeyi bir ayet gibi ve de ki: “Ben de kayıtsız şartsız teslim oldum alemlerin Rabbine!” Ben de güneş gibi olacagım; yalnız kuzuların degil, sırtlanların üzerine de dogacagım, yalnız güllere degil, ısırganlara da yayacagım ışıgımı!

Fakat yarasalardan etkilenmeyecegim, ne kadar çok olurlarsa olsunlar yok edemeyecekler ışıgımı. Ben aydınlıgı temsil edecegim; karanlıgın kara yüzlü, kara vicdanlı, kara kalpli, kara katran ruhlu adamları, ben dogdugum zaman, gündüz gelince gece nereye giderse oraya gidecekler!

Evet, aklım bütün bunları söylemek için kalbimi ikna etmeye çabalarken, kalbim de savunmaya geçti ve aklıma dedi ki: Aman sen dur. Bu iş senin altından kalkamayacagın kadar agır. Sözün bittigi yerden konuştugunu unutma. Onu anlatma iddiası abartılı bir iddia. Hem onu anlatmak balı tarif etmeye benzemez mi? Balı görmemiş, tatmamış birine onu nasıl tarif edebilirsin ki? Sen en iyisi onun damagına bir parmak bal sür. Günlerce konuşarak yapamayacagını, bu şekilde yapabilirsin.

Aklım mazeret sunacak oldu, kalbim üsteledi:

“Hem unutma” dedi, “Unutma Muhammed muhabbettir. Muhabbet ise, akıl işi degil, yürek işidir. Kişi aklıyla degil kalbiyle sever. Onu hissetmeden onu anlamak ne mümkün? Onu sevmeden onu hissetmek ne mümkün?”

Aralarında kaldım. İkisine de dedim ki: O halde siz durun, sizin çocugunuz “şuur” konuşsun. Şuur sözü aldı, yürek imbiginde damıtıp akıl ipine dizdi: Şiir oldu.

Ey insan

Ey yüz akı gönül aydınlıgı

Kabul olmuş sadaka kadar güzel

Bir duygu sarıyor seni anan yüregimi

Bastıgın toprakla yıkadıgım gözüme

Şimdi güneş bile siyah görünüyor

Ey yüz akı gönül aydınlıgı



Ben kendime aglarken Uhud da aglar mıymış

Hıra’yı mahzun gördüm soramadım sevgili

Hasretinin dışında başka derdi var mıymış?



Ey insan

İçimde büyüttügüm tüm çiçekleri

Sana adıyorum

Itırları, yaseminleri, menekşeleri

Lale bana kalsın

Kapına çiçeklerin karalısı sunmaktan

Utanıyorum



Dua çıkmayan göge sevdalar çıkar mıymış

Bülbülünü kaybetmiş bu evrensel bahçede

Dikenler bile bir hoş gayrı gül kokar mıymış?

Arıyla karıncanın hikâyesi...

Bediüzzaman Said Nursi buyurmuş ki, "Hayat-ı içtimaiyeye sahip olan mübarek karınca dahi, güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış, ezilir. Çünkü kanaat etmeyip, senede birkaç tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arı, kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar.
Kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-ilahi ile ihsan eder, yedirir." (28. Mektup)

Hırslı insan, iradesinin dışında ister. İsteğinde ölçü yoktur. Her ölçüsüzlük de bir felakettir. İslamiyet ölçü ve ahenk dinidir. Günümüzde pek çok insan, mal konusunda çok hırslı... Daha çok para kazanayım, daha çok malım mülküm olsun, daha çok şöhretim olsun diyerek, insan daima koşar.

Bir arkadaş vardı. Adamcağız haram helal dinlemeden, zengin olmaya çalışırdı. Ona dedik ki, "zengin olursun amma, açtığın yaralar tedavi edilmez." "Para her pisliğin üstünü örter." diye cevap vermişti. Sonra hastalandı. İlaçlar tesir etmez oldu. Doktorlar ümidi kestiğinde dedik ki, "hani para her derdin dermanı diyordun, her pisliği örter diyordun?" İnleyerek şu cevabı verdi: "Gerçeği anladım amma, çok geç..."

Yine hırsla çalışıp zengin olan bir arkadaşın çocuğu, babasının zenginliğiyle her pisliğe bulaşmıştı. Öyle kötü bir hayat yaşadı ki, babasının serveti de yetmez oldu. Ağlayarak bana gelmişti, "Ağabey, oturup evladımın ölmesi için dua ediyorum" demişti.

Hangi konuda hırs gösterilirse gösterilsin, sonu felakettir. Balık denizde yaşar amma, denizi içmez. Gemi, denizde gider amma, suyu içine alırsa batar. Para da bizler için deniz gibi olmalı. Para sevgisi, hırsı içimize girerse batarız.

Parasız hayat yaşanmaz. Fakat para hırsı kontrol edilebilir. İnsan her şeyden evvel, kendini idare etmeye memur edilmiş. Dünya ve ahiret saadetinin sırrı, insanın kendi kendini Müslüman'ca idare etmesinde düğümlenmiş.

Peygamber Efendimiz hasır üzerinde uyurmuş. Abdullah b. Mesud bir gün O'na (sas) demiş ki, "Anam babam sana feda olsun Ya Resulallah! Sana yumuşak bir döşek edinsek?" Peygamber Efendimiz, "Benim, dünya ile olan misalim, halim, bir ağacın altında biraz gölgelendikten sonra onu bırakarak yoluna devam eden bir süvarinin misali, gibidir" buyurmuş.

İnsan doymak bilmeyen bir mahlûktur. İster ki bütün dünya onun olsun. Hâlbuki ne yapacak dünyayı? Yiyeceği birkaç lokma...

Âlim bir zat, talebesine demiş ki, "Bu bahçeye meyve ağaçları dik." Talebe de söyleneni hemen yapmış. Ağaçlar hızla büyümüş ve gelişmiş. Bol bol meyve vermiş. Bahçe sahibi, ağaçlara ve dallara adeta hürmet eder olmuş. O alim şahıs, bir gün talebesini ziyarete gitmiş. Bakmış ki sürekli bahçeyle meşgul oluyor. Ağaçların dallarını kırarak yere atmış. Talebe dehşet içinde, "Aman hocam, bir hata mı yaptık?" diye sormuş. O da, "ben sana, ağaçları bahçeye dik dedim, kalbine değil!" diye sitem etmiş.

Hırs, yani sınırsız büyümeler organlarımızdan bitkilere kadar her şeyde felakettir. Allah, yağmurdaki felaketleri kaldırmış, yağmuru rahmet olarak yağdırıyor. Rüzgârdaki felaketleri kaldırmış, onu faydalı hale getirmiş.

Durmak da felaket, durmadan koşmak da... Çalışalım fakat İslamî ölçüler içinde çalışalım.


Hekimoğlu İsmail

Tersine çevrilmiş laiklik

ABD Uluslararası Dinî Özgürlükler Komisyonu'nun 2009 raporunda Türkiye, "insanların diledikleri gibi ibadet etme ya da hiç ibadet etmeme özgürlüklerinin tehlikede olduğu" ülkeler arasında sayıldı. Rapora göre, Türkiye'nin sorunu "çoğunluğa ama özellikle de azınlıktaki dinsel topluluklara mensup pek çok yurttaşın dinî özgürlüklerinin ihlal edilmesine yol açan" resmi laiklik yorumundan kaynaklanmakta.
(Today's Zaman, 2 Mayıs) Anlaşılan, Türkiye'de uygulanan laikliğin, özünde herkese inanç özgürlüğünün güven altına alınması demek olan laikliği tersine çevirdiği Batı'da da giderek farkına varılmakta. Zira Batı ülkelerinden gelen akademisyen ve gazetecilerin çok sık laikliğimizle ilgili sorularına muhatap oluyorum. Onlara şunları anlatıyorum:

Uluslararası yazında Türkiye'den "laik demokratik rejime sahip Müslüman ülke" olarak söz ediliyor. Ne var ki Türkiye'nin bu sıfatlarının her biri açıklanmaya muhtaç. Evet, Türkiye esas olarak bir demokrasi. Ne var ki rejim üzerinde devam eden bürokratik vesayet, askerin siyasi rolü, ifade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar Türk demokrasisini sakat kılıyor.

Evet, Türkiye Müslümanların büyük çoğunlukta olduğu bir ülke. Ama Türkiye'de İslam büyük bir çeşitlilik gösteriyor. Çoğunluktaki Sünniler arasında İslam'ın Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) tarafından temsil edilen resmi yorumu yanında, kökleri 9 ve 10. yüzyıllara kadar uzanan tarikatların Halk İslamı yorumları var. Kaynağını tarikatlardan alan ama tarikat olmayan, dini cemaatler ve din–temelli gönüllü toplumsal hareketler var. Sünni çoğunluğun yanında Alevi azınlık var. Bir kısmı Aleviliği İslam'ın bir mezhebi sayıyor, diğerleri ayrı bir inanç olarak anlıyor. Gayrimüslim azınlıklar mevcut olduğu gibi, dindar olmayan Müslümanlar ve marjinal de olsa hiçbir dine inanmayanlar da var.

Evet, Türkiye yasaların tümüyle laik olduğu bir ülke. Laiklik bağlamında en büyük başarısı bu. Osmanlı döneminde dahi padişahların koyduğu (örfi) yasalar, her zaman dinî (Şer'i) yasalara ağır bastı. 19. yüzyıldan başlayarak Şer'i yasalar yerini laik yasalara bıraktı. Bu süreç Cumhuriyet'le tamamlandı. Ne var ki Türkiye'de din ve devlet birbirinden ayrılmış değil. Devletin anayasada yazılı olmayan bir dini var. Devlet, dini ve eğitimini 1923'te kurulan DİB aracılığıyla tekelinde tutuyor; tektip kimlik politikasının bir aracı olarak kullanıyor. DİB'in yorum dışında kalan İslam inançları ve 1924 Lozan anlaşmasında sayılanlar dışındaki gayrimüslim azınlıklar yok sayılıyor.

DİB, gayrimüslimler dahil bütün yurttaşların ödediği vergilerle finanse ediliyor. Partilere DİB'in genel idare içinde yer almasını sorgulamak yasak. 1982'den bu yana okullarda esas olarak DİB İslamı'nı içeren zorunlu din dersleri okutuluyor. Gerek Müslüman çoğunluğun, gerekse gayrimüslim azınlıkların dinî özgürlükleri üzerinde çeşitli kısıtlamalar var. Keyfi olarak tanımlanan "kamusal alan"da başörtüsü yasak. Devletin kurduğu imam hatip okullarının mezunlarına üniversiteye girişte ayrımcılık uygulanıyor. 15 yaşını doldurmayanların Kur'an kurslarına gitmeleri yasak. Alevilerin cemevlerine ibadethane statüsü tanınmıyor. Gayrimüslimler din adamı yetiştirecek okul açamıyor, kamu görevlerinden dışlanıyor. Dinî inancı yaymak yasak değil, ama misyonerlik milli kimliğe tehdit olarak görülüyor.

Bu politikaların temelinde, Cumhuriyet'in kuruluş döneminde, bir tek–parti yönetimi altında benimsenen laiklik anlayışı var. O dönemde Batı'da yaygın pozitivist felsefeden etkilenen bu anlayışa göre: Modern bir toplum ancak dinsel inanışların–düşüncenin yerini bilimsel anlayışın aldığı, dinin vicdanlarla sınırlı olduğu bir toplum olabilir. İslam dini laiklikle ve modernlikle bağdaşmaz. Onun için devletin dini denetlemesi, dinî özgürlüklere kısıtlama getirmesi gerekir. Tek–parti döneminde geliştirilen laiklik anlayışı, 21. yüzyıl Türkiye'sinin ihtiyaçlarıyla kesinlikle bağdaşmıyor. Bu anlayışıyla Türkiye açık ve demokratik bir toplum olamıyor.

Şahin Alpay

Özgürlüğün ve hoşgörünün kriterleri

CNNTürk'te dile getirdiğim görüşlerim günlerce malum medya grubu tarafından provokatif bir biçimde gündeme taşındı. Konuyu manşete çıkaran Milliyet Gazetesi beni "ortaçağ kafalı" ilan etti. Üste de "Bir zamanlar o da 'hoşgörülü'ydü!" koymayı uygun gördü.
AK Parti'yi, cemaatleri, bazı muhafazakâr-geleneksel çevreleri eleştirdiğim zaman beni "demokrat, özgürlükçü" ilan edenler, sıra eşcinsellerin eleştirisine geldiğinde "ortaçağ kafalı" diyorlar. 30 senedir herkes için özgürlüğü, bir arada yaşamayı, diyaloğu ve hoşgörüyü savunuyorum. Bu kavramların politik kültürümüzde yerleşmesinde sağladığım katkıyı hakkımda yapılmış yerli ve yabancı tezler ortaya koymaya yeter. Görüşlerimden vazgeçmiş değilim. Eleştirilmeyi hak eden her düşünceyi eleştiririm. Benim üzerimden bir taşla iki kuş vurulmak isteniyor:

1) Linç kampanyasında asıl hedef ben değil, "diyalog ve hoşgörü"yü savunanlardır. Bu sayede hem belli cemaatlere saldırılmış oluyor, hem "mahalle baskısı" propagandasını takviye edip mevcut iktidar zayıflatılmak isteniyor.

2) Gerçek gündem Ergenekon, Kürt sorunu konusundaki açılımlardır. Gündemi değiştirmeye çalışmak klasik bir taktiktir.

Eşcinsellere gelince. Ben tabii ki, eşcinsellerin Irak ve Afganistan savaşında kategorik olarak sivilleri öldürdükleri kanaatinde değilim. Tartışılan bir konudan söz ettim. Irak'ta utanç verici işkenceleri ve sivil katliam suçunu işleyenlerin, bu suçları hangi saiklerle işledikleri Ortadoğu'da tartışılıyor; belirleyici ve etkileyici faktörleri bulmaya çalışıyorlar. Bir görüşe göre işgalden önce ABD'liler bölge halkı üzerinde derinlemesine araştırmalar yapıp şu sonuca varmışlar: "İşgale karşı direnci kırmanın yolu, Ortadoğu halkının çok değer verdiği onurlarını (şeref) kırmaktan geçer." Bunun için de onları utanç verici tutum ve durumların içine düşürmek lazım. Ebu Gurayb Hapishanesi'nde açığa çıkan yüz kızartıcı işkence ve bazı Amerikan askerlerinin Iraklı erkek esirlerin ırzlarına geçmeleri, direncin kaynağı olan şerefi zedelemekle ilgilidir. Bu işte eşcinsel askerleri kullanmışlardır. Öne sürülen diğer bir görüşe göre, hava saldırılarında özellikle sivilleri katledenler arasında eşcinseller daha istekli, daha agresif davranıyorlar. Bu tabii ki kanıtlanmış değildir, bir iddiadır. Her iddia gibi kanıtlanırsa eğer, bir gerçeklik kazanır. Ama tezler, iddialar sadece laboratuvarlarda kanıtlanmazlar; tartışılırlar. Tartışma, doğrunun anlaşılması için gereklidir; ifade özgürlüğü bunun için gereklidir.

Hepsi değilse bile, sıkı örgütlü eşcinseller, her türlü eleştiriden muaf tutulmak, kendilerine özgü hukukî ve toplumsal imtiyaz tanınsın istiyorlar. Yani cumhurbaşkanı, başbakan, hükümet, asker bile eleştirilecek, dinle ilgili konuşulmamış hiçbir konu kalmayacak; ama eşcinsellere kimse en ufak bir eleştiri yöneltmeyecek. Onlar tercihlerini savunacaklar, hatta başkalarına empoze edecekler, aileler ise çocuklarını bu tercihe karşı koruyamayacaklar, eleştirenleri, "bize karşı nefret suçu işliyorsun" diye kıyameti koparacaklar. Bu olamaz!

Özgürlükleri savunmanın, hoşgörünün kriterleri nelerdir? Demokrasilerde bazı gruplar eleştiriden muaf tutulabilir mi? Hayır. Bir arada yaşama iradesini gösterenler, başkalarının farklılıklarını kabul ederler. Mademki kendileri farklıdır, farklılıklarını koruma ve başkalarında beğenmediği düşünceleri, davranışları eleştirme hakkına sahip olmalılar. İfade özgürlüğü bunu gerektirir. Hoşgörü, tasvip etmediğimiz düşünce ve yaşama tarzlarına gösterdiğimiz tahammüldür; tahammül ederiz, ama tasvip etmek zorunda değiliz. Eşcinseller, bununla yetinmiyorlar, bizden onları tasvip etmemizi, çocuklarımızı da kendileri gibi yapmaya çalışırlarken sesimizi kısmamızı istiyorlar.

Benim söylediklerim şu: "2004 değişikliğinden sonra cinsel tercihleri tartışmak veya toplumun nefretini bunun üzerine çekmek suç oldu. Bunun aleyhinde tahkir edici propagandalar yapılamaz. İnsanın cinsel tercihlerde bulunma hakkı varsa onları eleştirme hakkı da olmalı. Mazbut paradigmadan dünyaya bakan insan, cinsel tercihte bulunan insanı eleştirme hakkına sahip (olmalıdır). Cinsel tercihte bulunan insan bu tercihini evrensel doğru olarak empoze edemez. Ben çocuklarımın ve torunlarımın eşcinsel olmasını istemem. Olmaması için de elimden geleni yaparım. Eşcinsellere karşı bir nefret ve ayrımcılık da gütmem." Bu sözlerin neresinde ırkçılık veya nefret suçu var?

Ali Bulaç

Siyasal merkezin işsizliği

Kimi konular. Ve kimi derin sosyal yaralar var ki. Yazı çözüme yardımcı olmaz. Konu ya da kangren olmuş sorun, yazıyı eskitir. Dün. İşsizliğin yüzde 16’yla tarihi bir rekor kırdığını, işsiz sayısının 4 milyona dayandığını görünce, bu gerçeği anımsadım.

Üstelik, ‘işi’ olan da bu ağır ve buhranlı konuya dönüp bakmaz... İşsizliği gittikçe toplumsal düzeni tehdit eden bir TNT kalıbı olarak değil, kişisel bir sorun olarak algılar ve pas geçer...

* * *

İşsizlik ‘kangren’ olmuş bir konu ama bir öncekine göre daha da yükselen dünkü rakamlar, bu meselenin sadece herhangi bir uzvu, kolu ya da bacağı değil, doğrudan gövdeyi de sarmaya başladığını gösteriyor...

Sessiz kalarak geçiştirilemeyecek bir çığlık var ve bu çığlık hem daha yükseliyor, hem de daha yakınlaşıyor.

Üstelik açıklanan daha Şubat ayı...

Bir önceki yılın aynı dönemine göre işsiz sayısı 1 milyon 125 bin kişi artarak 2 milyon 677 binden 3 milyon 802 bine çıkmış...

Bir de ‘umutsuzlar’ olarak bilinen, iş aramayan ama çalışmaya hazır olanlar var...

Onların da sayısı 393 bin kişi artarak 2 milyon 486 bine yükselmiş.

* * *

İşsizlik hızlanarak artıyor...

Ve çalışanların sayısı da gittikçe azalıyor...

Şubat döneminde Türkiye’nin nüfusu 70 milyon 236 bin kişi...

Çalışma çağındaki nüfus ise 51 milyon 360 bin kişi...

‘Çalışabilir ‘ bunca insan var ama...

Çalışan çok az... Rakam olarak söylersek, sadece 19 milyon 779 bin kişi çalışmakta...

Yani işsizliğin yeni tarihsel rekoru ile istihdam oranı yüzde 39,3’ten yüzde 38,5’e inerek biraz daha azaldı...

Bu Avrupa’nın en düşük oranlarından biri.

* * *

Çalışabilir nüfusun yarısı bile çalışmıyor...

Peki, çalışanlar nerede çalışıyor?

Şubat döneminde 2 milyon 948 bini kamuda olmak üzere istihdam edilen 19 milyon 779 bin kişinin...

Yüzde 22,2’si tarım...

Yüzde 20,5’i sanayi...

Yüzde 4,9’u inşaat...

Ve yüzde 52,4’ü ise hizmetler sektöründe çalışmakta...

Tarımda çalışan ne kadarmış?

Yüzde 22... Bu rakam büyük bir başarı sağlanarak yüzde 40’lardan buraya geldi... Ama AB’de tarımda çalışanların oranı yüzde 5’i geçmiyor... Hala ağır bir tarım ülkesi olmaya devam ediyoruz.

* * *

Çalışanların bir de sosyal kategorilerine bakalım...

İstihdam edilenlerin yüzde 73,8’i erkek nüfustan oluşuyor... Yüzde 58,1’i lise altı eğitimli.

Ne demek?

Kadınlar iş hayatında pek azlar ve çalışan erkeklerin ezici bir çoğunluğu da eğitimsiz, daha doğrusu mesleksiz demek...

Sosyal kategorilere gelince...

Çalışanların yüzde 60,2’si ücretli, maaşlı ve yevmiyeli...

Yüzde 28,2’si kendi hesabına ve işveren...

Yüzde 11,6’sı ücretsiz aile işçisi. Bu, gelişmiş hiçbir ülkede görülmeyen hala büyük bir kategori... Ve ‘tarımdaki gizli işsizler’ anlamına geliyor...

Gene istihdam edilenlerin yüzde 57,9’u ‘1-9 kişi arası’ çalışanı olan işyerlerinde çalışıyor. Yani mütevazı atölyelerde...

Rakamları uzun uzadıya teşrih masasına yatırmaya gerek yok... Kısaca ‘Bilgi Toplumu’na geçmiş ülkelerdeki istihdamla kıyaslayınca, ‘Sanayi Dönemi’nin henüz başındaymışız gibi bir izlenim bile doğabiliyor...

* * *

İşsizliğe geri dönelim...

Kentte işsizlik oranı yüzde 13,4’ten yüzde 18,1’e...

Kırsalda işsizlik oranı yüzde 8,5’ten yüzde 11,9’a çıkmış...

Genç nüfusta da işsizlik oranı yüzde 21,5’ten yüzde 28,6’a fırlamış.

Peki, bu işsizlerin ortak ‘robot portresi’ ne?

Yüzde 74,5’i erkek nüfus...

Yüzde 62’si lise altı eğitimli...

Yüzde 20,3’ü bir yıl ve daha uzun süredir iş arıyor...

En vurucu...

En yakıcı...

En kavurucu rakam hangisi?

Yüzde 62’sinin lise altı eğitimli olması...

Bu işsizlerin aynı zamanda mesleksiz olduğunu da ortaya koyuyor...

Sadece bir işsizlik değil...

Bir de çok derin ‘mesleksizlik’ sorunu var...

* * *

Bir kangrene dönmeye başlayan işsizlik üzerinden toplumsal resmimizi ince ince neden resmetmeye çalıştım?

Çünkü kendini deviren Kenan Evren ile sarmaş dolaş açılışlara giden ve 12 Eylül rejiminden hiçbir huzursuzluk duymadığı için kılını bile kıpırdatmayan Süleyman Demirel şefliğinde ‘siyasal merkez’ toparlanıp ülkeyi kurtaracakmış...

Bu işsizliğe ve mesleksizliğe aldırmayıp, hepimizi biraz daha fazla ‘Ankaralılaştırma’ arzusu anlamına geliyor...

Öyle olmasa, sizin ‘siyasal merkez’ dediğiniz anlayış böyle tuz buz mu olurdu?
Mehmet Altan

Pakistan niye böyle?

PAKİSTAN Hindistan’la aynı zamanda kurulduğu halde bir türlü huzura kavuşamadı; dinsel aşırılık, siyasi istikrarsızlık, zayıf partiler, darbeler, şiddet ve kan...
Ülkenin kuzeybatısında Taliban yayılıyor ve güçleniyor; Svat Vadisi’ne tamamen hâkim oldu. Devlet, Taliban’ı yatıştırmak için orada şeriat uygulamayı bile kabul etti, fakat Taliban durmadı!
Neticede Devlet Başkanı Zerdari (Benazir’in kocası), orduyu harekete geçirdi. Binlerce ölü... Yüz binler aç, perişan, korku içinde göçmen...
Hindistan öyle mi? Din ve dil bakımından çok daha ‘renkli’ olan Hindistan’da zaman zaman etnik ve dinsel gerilimler yaşansa da hem demokrasi saat gibi işliyor hem “Nehru sosyalizmi”nin durgunluğunu attıktan sonra mucizevi bir gelişme yaşanıyor!
Niye böyle? Pakistan bir İslam ülkesi, resmen de “İslam cumhuriyeti”dir. Hindistan ise büyük çoğunluğu Hindudur ve rejimi laiktir.
Onun için mi Pakistan böyle?
Bu yönde mesajlar alıyorum, “Tehlike bize de geliyor” diye uyarıyorlar!



Demiryollarının dili
İyi de Pakistan’dan doğmuş olan Müslüman Bangladeş niye öyle değil?! Hindistan’daki 190 milyon Müslüman niye öyle değil?!
Demek ki, sebepleri başka faktörlerde aramak lazım. Aşağıdaki haritada bunun ipuçları var; İngiliz sömürgeciliğinin yaptığı demiryollarını gösteriyor.
Hindistan tarafında demiryolu ağı çok yoğun. Çünkü toprağın verimliliği, şehirlerin büyüklüğü, üretim ve ticaret bakımından demiryolu yapmak ekonomiktir.
Pakistan’da ise demiryolu sadece ülkenin düzlük doğusunda, Hint sınırı boyunca uzanıyor. Öbür tarafa doğru sadece iki kol var... Çünkü buralar dağlar ve vadilerle parçalanmış, kabile hayatının geçerli olduğu haşin bir coğrafyadır!
Tren yolunun oralarda ne işi var? Oralarda ancak savaşkan kabilelerin hükmü geçer!

Amerika ve cihat
Bu haşin coğrafyada Pakistan’ın iki bölgesi var, adları resmen şöyle: Biri Federal Yönetimli Kabileler Bölgesi, öbürü Kuzey Batı Sınır Bölgesi!
Aşiret, kabile hayatı çok kuvvetli. Eğitimin, ticaretin en geri olduğu yerler. İngilizler de tren yolu yapmakta kâr görmemiş!
Afgan ve Pakistan sınırı bu kontrol edilemez haşin coğrafyadan geçiyor ve sınırın iki tarafında da Beluci ve bilhassa Paştun kabileleri var!
Kabile kültürünün bir özelliği olarak şiddet ve taassup sınırın iki tarafında da korkunç; kadın ikinci sınıf bile değil!
Pakistan eski Hava Kuvvetleri Komutanı M. Asghar Khan, “Tarihten Hiç Bir Şey Öğrenmedik” (We’ve Learnt Nothing From History) adlı muhteşem kitabında, Amerikalıların Rus işgaline karşı Afganistan’da bu savaşkan kabileleri nasıl “cihat” diye şiddet kültürüyle eğittiğini anlatıyor!
Aynı kabileler, sınırı da kolayca geçiyorlar üstelik.
Khan, şiddet ve taassup yuvası medreselerin de bu kabileler arazisinde örgütlendiğini vurguluyor.
Kabile şiddetiyle Amerikan “savaş” ideolojisi “cihat” diye bulamaç yapılınca, bu tarladan Taliban canavarı çıkıyor. ‘Solcu’ Benazir de bunu destekliyordu!
Ve şimdi, ABD yarattığı canavarla baş edemiyor! Kardeş Pakistan da din, mezhep, etnik milliyetçilik ve Taliban şiddetinin pençesinde kıvranıyor.
Hindistan’la Bangladeş’te ne o haşin coğrafya, ne de Taliban’ı çıkaran Amerikan eğitimli Afgan kabileleri var!

Taha Akyol

Briç kulübünde pişpirik oynanmaz!

Garp cephesinde yeni bir şey yok! Almanya Başbakanı Merkel’le Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, ülkelerinde seçim zamanı da geldiği için, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkmaya devam ediyorlar.
Her seferinde olduğu gibi üyelik yerine gene ‘imtiyazlı ortaklık’ alternatifini piyasaya sürdüler.
Buna karşı da malum, haklı tepkiler ifade edilmeye başlandı.
Cumhurbaşkanı Gül, Merkel’le Sarkozy’yi vizyon yoksunu ilan etti.
“Yaptıkları dürüst değil” diyen Başbakan Erdoğan şunu ekledi:
“Maç başlamış oynuyoruz, maç esnasında penaltı kuralları değişiyor. Böyle şey olmaz, insana gülerler.”
Dışişleri Bakanı Davutoğlu, imtiyazlı ortaklığa karşı çıktı, Türkiye’nin tek hedefinin tam üyelik olduğunun altını çizdikten sonra net konuştu:
“Türkiye’nin stratejik önceliği Avrupa’dır!”
TÜSİAD Başkanı Arzuhan Yalçındağ, Merkel ve Sarkozy’ye gönderdiği mektuplarda, imtiyazlı ortaklığın Türkiye tarafından kesinlikle kabul edilemeyeceğini yineledi.
Polonya Başbakanı Tusk’la İsveç Dışişleri Bakanı Bildt de Türkiye için imtiyazlı ortaklığı değil, tam üyeliği savundular.
Bu arada İngiliz Financial Times gazetesinde çıkan bir yazıdaki şu satırlar ilginçti:
“AB kapısını Türkiye’nin yüzüne kapatırsa, bunun sonuçları yarı açık kapıya göre çok daha tehlikeli olabilir. Türkiye, askeri ve ekonomik bakımdan önemli bir bölgesel güçtür. Osmanlı geçmişi, Türki kültürü ve İslami mirası sayesinde komşularını AB’den çok daha iyi anlıyor.”
Hepsi haklı tepkiler.
İsabetli eleştiriler...
Özellikle, çiçeği burnunda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Türkiye’nin stratejik önceliği” olarak AB’ye işaret etmiş olması yerinde olmuştur.
İyi güzel.
Ama bir de ‘ama’sı var.
Merkel’e, Sarkozy’ye tepki koymak iyi ama... Onları ‘vizyonsuzluk’la suçlamak iyi ama... Türkiye’nin stratejik önceliği AB’dir demek iyi ama...
İşin bir de ‘ama’sı var.
Merkel ve Sarkozy’ye de kulak verin. Bu ikili, Türkiye’nin üyelik yerine ‘imtiyazlı ortaklık’la idare etmesini isterken, özetle şunu da demek istiyorlar:
“Bakın, Türkiye bu işi kıvıramıyor. AB standartlarını kaldıramıyor. Yani birinci sınıf demokrasi ve hukuk devletine dönük hedefler Türkiye’yi fena halde zorluyor. Askerini demokrasiye uyduramıyor. Kürt sorununu çözemiyor. İfade özgürlüğü hâlâ kısıtlı bu ülkede. U-Tube yasak! Nedim Gürsel’e romanından dolayı dava açıldı. Freedom House tarafından açıklanan dünya basın özgürlüğü sıralamasında Türkiye, 195 ülke içinde 101. sırada yer alıyor. Kadın-erkek eşitliği konusunda, kadınlara davranış konusunda çok eksikleri var. Ayrıca Türkiye kamuoyunda AB üyeliğine destek düşüyor. Hükümet de değişti, eskisi gibi asılmıyor konuya... Onun için zorlamayalım Türkiye’yi, tam üyeliği kaldıramaz bu ülke...”
Aşağı yukarı böyle diyorlar.
Haksızlar mı?..
Gerekenleri yapıyor muyuz?
Merkel ve Sarkozy’lerin gerekçe ve bahanelerini geçersiz kılabilecek bir yolda mı yürüyoruz?
Yıllar önce, Mülkiye’den hocam, değerli siyasetçi, eski dışişleri bakanlarından rahmetli Prof. Turan Güneş şöyle demişti:
“Briç kulübünde pişpirik oynanmaz!”

Hasan Cemal

Hüsamettin Cindoruk

Ayvalık-Cunda adasında "dayalı döşeli evi" var.
İstanbul-Nişantaşı'nda da "gül gibi evi" var.
Öyleyse bunca yıldan sonra:
Cindoruk'un, Ankara'da "girişin bir kat altındaki kooperatif evinde" ne işi var?

***

"Hırs" desek o da değil.
Kongreden 3 hafta öncesine kadar "beni unutun... DYP'nin başına ya Prof. Süheyl Batum geçsin ya da Mehmet Ali Bayar" diye konuşan kişi Hüsamettin Bey'den başkası değil.

***

"Koltuk sevdası" da diyemiyoruz. Koltuğu çok sevseydi, TBMM Başkanlığı gibi bir makamı "görev süresinin bitimine 6 ay kala" bırakır mıydı?
"Onu eşi itekliyor... Lider karısı olmaya çok hevesli" demek de imkânsız.
* Dilek Hanım'ın siyasette hiç gözü olmadı.
* Evi barkı, tası tarağı toplayıp, Ayvalık'a gitmişti bile.
* Kongre işi çıkınca istemeye istemeye döndü... Anneler Günü'nde.
* Kızlarına gelince... 2'si evli, 1'i bekâr... Onlar da siyasete dürbünün tersiyle bakarlar... Politikanın uzağındalar.
***

Yeterince uzattık, kısa keselim...
1. Cindoruk'u "iteklediler."
2. Cindoruk'u siyasette bağlasanız da "uzun süre" oturmaz... Yerini bir "gence" bırakır gider.
Nereye mi?
Nişantaşı'na... Ayvalık'a-Cunda'ya... Balıkçı Nihat'a.

Yavuz Donat

Şam'dan selam

Başbakan Erdoğan'la geçen Eylül'de yaptığımız ziyaretten yaklaşık 8 ay sonra yeniden Şam'dayız. Bu kez Cumhurbaşkanı Gül'le.
O ziyaretimiz günübirlikti. Şimdi Suriye'nin buram buram tarih kokan başkentinde 2 gece 3 gündüz geçireceğiz.
İlginç olan şu: Gül'ün gezisi yurtdışında, özellikle Avrupa ve Arap başkentlerinde Türkiye'den daha çok yankılanıyor.
Nedenleri malum. İlki, Batı medyasının "Türkiye, Osmanlı coğrafyasına dönüyor" veya "Türkiye atalarının ayak izlerini keşfetti" gibi hem nostalji kokan ama hem de coğrafyamızda yanlış algılamalara yol açabilecek yorumları veya değerlendirmeleri.
İkincisi ise yeni Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun geliştirdiği vizyonun ister sınırlarının deyin, ister boyutlarının ne denli "Stratejik derinliğe" sahip olduğunun yeni yeni anlaşılması. Ve de Ankara'nın bu vizyon temelinde inşa ettiği "Osmanlı barışı" anlayışına dayalı politikaların anlamının da, amacının da ancak kavranabilmesi.
Bu politikalar, ne Osmanlı'nın, ne de Neo-Osmanlı'nın emperyal anlayışını yansıtıyor.
Bu politikalar, ne bölgenin yeniden biçimlendirilmesini, ne de sınırların -en masum deyimle- tekrar çizilmesini öngörüyor. Bu politikalar, ne ortak değerler çevresinde kenetlenmeyi veya dayanışmayı, ne de o değerlere dayalı bir ittifakı amaçlıyor.
Türkiye'nin bu politikalarında tek hedef, tek hesap, tek kaygı var: Kafkaslar'dan Ortadoğu'ya, Mezopotamya'dan Nil Vadisi'ne, Karadeniz'den Hint Okyanusu'na kadar insanlığın beşiği olan bu bölgeyi barış, huzur ve refah havzasına dönüştürmek.

İç içe geçmiş olan süreçler
O nedenle bir tersanede birçok geminin birden tezgâha konulması misali, birbirini tetikleyen, birbiriyle etkileşim içinde olan birçok süreci bir arada götürmeye uğraşıyor.
Davutoğlu bu süreçlerin birkaçını ya da belli başlılarını dört gün önce New York'ta, Ortadoğu sorunundaki gelişmeleri tartışmak için toplanan BM Güvenlik Konseyi toplantısında sıraladı:
1- Filistin-Lübnan. 2- Suriye-İsrail. 3- Filistin- İsrail. 4- Filistin-Filistin. (Not: El Fetih- Hamas) 5- Irak.
Ankara'nın işinin ne denli zor ve zorlu olduğunu gösterebilmek için biz de birkaç süreç ekleyelim:
1- Lübnan-Lübnan (Not: Saad Hariri ve müttefikleriyle Hizbullah arasındaki diyalog. Ayrıca Maruni General Aun ile diğer Hıristiyan gruplar ve Hariri cephesi arasındaki sorunları çözme.) 2- Suudi Arabistan-Ürdün- Mısır üçlüsünün başı çektiği blokla İsrail arasındaki süreç. 3- Ortadoğu için toplanması planlanan barış konferansı süreci. (Not: Türkiye o toplantıya Hamas'ın, Rusya ise Hamas'ın yanı sıra Hizbullah'ın da katılmasını istiyor ya da öneriyor.) 4- İran ile Arap ülkeleri arasındaki giderek tehlikeli sulara sürüklenen gerilim. 5- İsrail işgali altındaki topraklardaki yasadışı yerleşim merkezleri inşası ve Doğu Kudüs'ün yapısını değiştirmeye yönelik imar ve arkeoloji çalışmaları sorunu.
Bir önemli hatırlatma daha: Bölgede topyekûn yıkımla sonuçlanabilecek bir değil iki çatışma tehdidi birden hızla yaklaşıyor. İlki Ürdün Kralı Abdullah'ın belirttiği gibi, Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki yeni bir hesaplaşma. Diğeri ise İran ile İsrail veya ABD-İsrail arasındaki nükleer savaş.
Ve bir tespit ya da gerçek: Türkiye hepsi de kördüğüm olmuş birden çok ucu bulunan bu yumağı İran ve Suriye'nin desteği ya da isteği olmadan çözemez. Tabii sorunların odağındaki İsrail'in de.
Gül'ün Şam gezisi yumağın uçlarından birinin bulunup tutulmasına -umarız- ciddi katkıda bulunacak. Daha sonra Erdoğan'ın Tahran ziyareti -yine umarız- bir diğer ucu - bir kez daha umarız- yakalama imkânı sağlayacak. Ve nihayet Gül'ün yaz sonundan önce gerçekleştirmesi beklenen İsrail gezisi de - yine umarız- üçüncü uca götürecek.
Şam iki bölgeden oluşuyor: Eski ve yeni şehir. Eski Şam, tıpkı New York gibi, Romalılar'ın şehircilik anlayışını yansıtıyor: Dikine bulvarlar, onlarla kesişen enine caddeler. Ve o bulvarlar ile caddelerin buluştukları noktalardaki meydanlar.
Keşke Ortadoğu'da barışa da Şam'daki bulvarların ve caddelerin kesiştikleri meydanlar kadar kolay ve yolu kaybetmeden ulaşılabilseydi.

Erdal Şafak

Cinlerin zavallı dorukları

Siyasette boşluk falan yoktur.
Siyasette fiilen "iki buçuk parti sistemi" yerleşmiş kalmıştır.
Bir büyük iktidar partisi, onun yarısı kadar büyük bir muhalefet partisi, onun yanında daha da küçük ikinci bir muhalif parti... Diğer bütün partiler de "aksesuar" konumunda...
Beğensek de, beğenmesek de tablo budur. Görünür bir gelecekte değişeceğine dair hiçbir işaret de yoktur.
Seçmen kitlesinde "iktidarı değiştirmek" yolunda önemli bir eğilim falan da görülmemektedir.
Memlekette esen hava budur.
"Yeni bir parti" gibi safsatalar, doğmadan ölmüş çocuklar gibi gazete sayfalarında gömülü kalıyorlar.
Bu "muhayyel" yeni partinin sağ ya da sol olması da doğumu gerçekleştirmiyor. Gökten zembille de parti inmiyor.
Fakat... Seçime daha iki yıldan fazla var, ortada siyasi bir "hareketlenme" falan da yok, gene, bir bardak suda bile değil, bir fincan suda fırtınalar koparılmak isteniyor...
Bugün küçük bir partinin kongresi var. Öbür gün de başka bir küçük partinin kongresi daha...
Ama onun adı kongre değil, "kurultay". (Böyle deyince solcu oluyormuş.)
Şu kişi kazansa ya da bu kişi kazansa, "haber değeri" tek sütun...
"Tek sütuna ne verirse", reklamcılık deyimiyle...
Ama hükümetin yeminli düşmanları, bu önemsiz posttan bile deri biçmeye kalkacak kadar zavallı durumlara düştüler.
Uzun uzun yorumlar, senaryolar, değerlendirmeler... Adaylara şirinlikler, espriler... Çişini tutamayan adamlara övgüler ya da yergiler, parlatıla parlatıla aşınmış ama bir türlü parlayamamış "meçhul şahsiyetlere" yağlamalar yıkamalar, alınamayacak oyların hesapları, oturulamayacak koltukların paylaşımı... Küçük partiyi başka bir küçük partiyle birleştirip iktidara gelme hayalleri...
Gülünç oluyorlar.
Küçük partilerin yılmaz savaşçıları değil, iktidar partisine "vurmak" için ne yapacağını bilemeyen zavallı basın amigoları...
Otuz beş kişinin okuduğu dandik yazısıyla "kamuoyuna yön verdiğini" sanan, oturduğu yerden hükümet devirip hükümet kurdurmaya kalkan zavallı basın amigosu...
Ne yapsınlar, çapları bu kadar, akılları da başka şeye ermiyor.
"Pantolon uyduramadık ceket verelim" gibilerden, "soldan vuramadık sağdan vuralım" çabası... Yıllarca alay ettikleri, hatta küfür ettikleri Necmettin Erbakan'dan ve Saadet Partisi'nden medet umacak kadar yerlere düşmemişler miydi belediye seçimlerinde? Yeter ki iki puan çalsın...
"Âlem buysa kral benim" diye bir lumpen lafı vardır ya...
Muhalif basın buysa AKP gelecek seçimde de iktidar, bir dahaki seçimde de. Görürsünüz.

Engin Ardıç

’Lemem’ ve ’kebair’ arasında çırpınıyoruz

GÜNAHLARI sınıflarken "küçük" ve "büyük" günahlar diye ayrım yaparız. Buna göre bazı günahlar küçük ölçekli, bazıları ise daha büyük hacimlidir. Bu çıkarım bazı İslam álimlerince kabul görmemiştir.

Onlara göre her günah büyüktür. (İsferüyini, Bekıllani, Lisveyni ve Kuşeyri gibi). Bu görüş sahiplerine hak vermek pek de kolay değildir. Çünkü Kuran-ı Kerim bu ayrıma işaret eder.

"Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız sizin küçük günahlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere sokarız" ( Nisa, 31). Kuran-ı Kerim bu bağlamda üç kavrama yer verir bir ayette. "Kebair’, ’fevahiş’ ve ’lemem’. Kebair; büyük günah, lemem; ufak tefek kusurlar, fevahiş ise çirkin işlerdir. Kuran-ı Kerim ’lemem’e daha toleranslı bakıyor. Yani hayatta işlenebilir kusurlar olarak bakar. Ama ’kebair’ ve ’fevahiş’ hususunda dikkat çekiyor. "Ama Kuran’ın zirvelediği sıfat her zamanki gibi ’takva’dır" (Necm, 32).

* * *

Peki büyük günah nedir?

Bu konuda da farklı görüşler vardır. Ama en yaygın ve kabul göreni, Kuran ve sünnette yer alan, kişinin şahsiyetini gideren ve müeyyide ile karşılaşmaya yol açan eylemler büyük günahlardandır. Peygamberimizin bir hadisi bu kapıyı aralıyor. Size büyük günahların en büyüğünü söyleyeyim mi? Allah’a şirk koşmak, anne babaya karşı gelmek, yalan yere şahitlik etmek ve yalan söylemek (Buhari, Şehadet 5/261).

Tabii ki bunu da kategorileştirmeliyiz. Mesela, zina büyük günahtır. Ama mahrem olan akrabayla daha büyük günahtır veya komşunun helaliyle olanı daha büyük günahtır. Kul hakkını yemek günahtır ama yetimin hakkını yemek daha büyük günahtır. İçki haramdır ama bunu mescit gibi kutsal bir mekánda içmek daha şiddetli günahtır.

Peki, büyük günahların sayısı ne kadardır?

İbn Abben’in bir sözüne göre büyük günahlar 70’e yakındır. Ama Said b. Cübeyr’e göre de 700’e yakındır.

Büyük günahlar hangileridir?

Büyük günahları sınıflandıran İslam álimleri; 1. İmanın şartları konusunda, 2. İslam’ın şartları konusunda, 3. Helal ve haram konusunda, 4. Ahlak konusunda işlenen büyük günahlar olmak üzere dört kategori saymışlardır. Bu kategorileri göz ardı ederek büyük günahların bazılarını şöyle sıralayabiliriz.

1. Allah’a ortak koşmak. Allah’ın sıfatlarının, özelliklerinin başkasında belirdiğini iddia etmek.

2. Gelecekten haber veren sahtekárlara, falcılara, sihirbazlara, káhinlere, yıldıznamecilere inanmak.

3. Allah’tan başkasına yemin etmek. Kişinin evladı, babası, annesi, hocası, üstadı üzerine yemin etmesi buna örnek olarak verilebilir.

4. İslam’ın mukaddes bildiği şeylerle alay etmek.

5. İslam’ın şartlarını yerine getirmemek.

6. Helal ve haramları kendince keyfi olarak yorumlamak.

7. Domuz eti ve murdar sayılan şeyleri tüketmek.

8. Dinin haram saydığı şeyleri yemek ve içmek.

9. Hırsızlık yapmak. Kanunun, halkın, devletin malını dolaylı veya açık yolla yemek.

10. Tefecilik yapmak. İnsanların çaresizliğini sömürmek.

11. Başkasının güçsüzlüğünü gözetleyip malına, mülküne, imkánlarına el koymak.

12. Anne ve babaya isyankár olmak. Onları çekiştirip üzmek.

13. Akrabalarla bağı-ilişkiyi kesmek.

14. Haset etmek. Emanete ihanet etmek.

15. Söz taşımak. Koğuculukta bulunmak.

16. Gıybet etmek.

17. İnsanların gönlünü kırmak.

18. Namuslu-iffetli kadına iftira atmak, dil uzatmak.

19. Kendisiyle evlenilmesi yasak olanlarla evlenmek.

20. İnsanlara küfretmek. Eşinin baba ve annesine küfretmek.

21. Ölçü ve tartıda, yani ticarette hile yapmak.

22. Halka ulaşacak hizmeti ucuz dururken pahalıya mal etmek ve bu yolla dostlarına, akrabalarına çıkar sağlamak.

23. Zina yapmak.

24. Eşcinsel ilişkiye girmek. Cinsel açıdan dengeyi bozmak anlamındaki hayatı meşrulaştırmak.

25. Ádet halindeki eşiyle yakınlaşmak.

26. Yalan söylemek. Yalan yere yemin etmek.

27. Hayvanlara işkence yapmak.

28. Küçük günahları işlemeye devam etmek.

29. Bir insanın canına kıymak.

30. İntihar etmek.

31. Rüşvet almak, vermek ve aracı olmak.

Büyük günahlar bunlardan ibaret değildir. Liste haylice uzundur. İnsaflı bir gözle bu listeye baktığımızda toplumumuzda bütün bu günahların işlendiğini görebiliyoruz. Bizler Kuran tabiriyle "lemem" ve "kebair" arasında gelgitler yaşıyoruz toplumca.

Nihat Hatipoğlu

Siz gerçek Müslüman gördünüz mü?

MÜSLÜMAN olmak bir nimettir. Bir ayrıcalıktır. Ama aynı zamanda bir külfettir.

Sorumluluktur. Görev yüklenmektir. Örnek olmaktır. Son vahyi temsil etmektir. Muhammedi bir ahlakla ahlaklanmaktır. Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmaktır.

Toleranslı olmaktır. Başkasının hatasını çok görmemektir. Çok olan hatasını abartmamaktır. Öz çocuğuna gösterdiği toleransı başkasının evladına da göstermektir.

Beyefendi olmaktır. Kaba, haşin, sert ve incitici olmamaktır. Gerektiğinde bir gül kadar narin ve nazik ve yine gerektiğinde bir cam vazo kadar kırılgan olmaktır.

Bencil olmamaktır. Her şeyi kendisine yontanın ahlakı, Makyavelist, egoist ve çıkarcı bir çizgi çizer. Bu çizgi Müslüman'la aynı karede buluşamaz. Nefsin bencil arzularına gem vuramayan Müslüman, Kuran'ın deyimiyle "şeytanına kelepçelenmiştir".

Anlayışlı olmaktır. En basit örneğiyle, otobüste seyahat ederken, uçakta yolculuk yaparken kahkahayla gülmemeli, bağırmamalı, başkasını rahatsız etmemeli, etrafa nefret hissi vermemeli, başkasını tiksindirecek hiçbir tavır içinde olmamalıdır.

Adil olmaktır. Müslüman kendisi için istediğini başkasına da istemelidir. Kendisine uygun görmediğini başkasına reva görmemelidir. Hz. Ömer adaletini gözetmektir. Yanlış yapan, dolandırıcılık yapan kendi öz evladı bile olsa özel muamele gösterilmemelidir. Ayrıcalık tanınmamalıdır.

Düşmanın da hukukunu gözetmektir. Sevmediğini, tutmadığını, düşman gördüğünü meşru-gayri meşru her yolla sindirmemelidir. Düşmanı kendisinden emin olmayan Müslüman, El-Emin olan peygamberi temsil edemez. Müslüman, düşmanına karşı da adil olmalıdır. Onun hukukunu korumalıdır.

Haram kazanmamaktır. Helal düşünmek, helal kazanmak, helal harcamak ticarette kuşanılması gereken İslam ahlakıdır. Müslüman, kamuya, devlete veya garibana ait malı hile ve hurda yolla ucuza mal edemez. Ederse bu haram kazanç olur. Herhangi bir ihalede, mal alışverişinde, daha iyi ve temiz iş yapan insanların önünü kesmek için plan ve program yapamaz.

Sorumluluktur. Makamın hakkını vermektir. Makam, mevki ve sorumluluğu başkasının haksız kazancına merdiven yapmamaktır. Belki din, idarecilerin miras bırakmasına engel olmuyor ama bunu sınırlayacak işaretler verip işi vicdana bırakıyor. Hz. Peygamber miras bırakmamıştır. "Peygamberler miras bırakamazlar" diyerek idareciler ile sermaye ve mal biriktirme arasına (mücbir olmayan-şart olmayan) perde germiştir.

Temizliktir. İlk emirlerden biri "elbiseni temizle" olan bir dinin mensupları dışlarını, içlerini, kafalarını, hınçlarını, bencilliklerini, niyetlerini temizlemeliler. Şehirlerini, köylerini, evlerini, bahçelerini temizlemeliler. Bu kadar basit şeyler önemli mi? Evet hem de çok önemli. Çünkü dış görüntümüz, iç görüntümüzü ele veriyor. Şehirleşmemizde, altyapımızda ileri ülkeleri geçebiliyor muyuz? Hayır, çok gerideyiz. Peki niye, eksikliğimiz nerede! Onlardan daha az zeki değiliz herhalde.

Halkla eşit şartları paylaşmaktır. Halkı yoksul olan Müslüman idareciler lüks, şatafat ve debdebe içinde yaşamaz. Yaşarsa zalim bir idareci olmuş olur. Hz. Ömer, Mısır'a vali yaptığı Hz. Amr bin As'ın yaptırdığı görkemli köşkü yıktırmıştır. Bir adama tokat atan eski kabile reisi Cebele'ye kısas uygulamak istemiş ve gariban köylünün Cebele'ye tokat atmasını emretmiştir.

Medine halkının maddi yönden darboğazda olduğu kıtlık yıllarında halk yemek bulamıyor diye kuru ekmeğe talim etmiştir. Bir gün sofrasında zeytinyağı bulunduran Hz. Ömer, bir vatandaşın biz bu yağı da bulamıyoruz sözü üzerine zeytinyağını kendisine yasaklamıştır.

Müslümanlık hakkaniyet, adalet, temiz ahlak ve Kurani teraziye uymaksa bunları uygulamadan kámil Müslümanlık olamaz. Çünkü Müslümanlık başkasına vaaz ederken kendi kulağına pamuk tıkamak değildir. Kulaklar nasihat dinlemek için yaratıldı, iyi şeyler duymak için, dil iyi şeyler konuşmak için, göz iyi ve doğruyu görmek için. Ayak iyi ve temiz yola gitmek için ve nihayet eller temiz ve şaibesiz sermayeye, mazlum olan düşküne, mağdura uzanmak için yaratıldı. Hani bu organları bu amaçla kullanan, hani kulaklarının, gözünün, dilinin, ayak ve ellerinin hakkını verenler.

* * *

Hani Ya Rabbi, bu hayattan beni harama bulaştırmadan al diyen Müslüman, hani arkasını döndüğünde, en inatçı düşmanının-rakibinin arkasından gözyaşı döktüğü Müslüman. Hani eliyle, diliyle, kalbiyle, başkasına buğz-nefret etmeyen Müslüman. Ya Rabbi, bir göz açıp kapatacak bir süre zarfında bile nefsimin kucağına atma beni diyen Müslüman.

Hani Hz. Ebu Bekir sadakati, hani Hz. Ömer adaleti, hani Hz. Osman edebi, hani Hz. Ali cesareti, hani Hz. Bilal sevgisi, hani Ebu Zerr zarafeti, Hz. Aişe zekásı, hani Hz. Zeynep masumluğu. Hani nerede! O Müslüman'ı gösterin de arkasından koşayım. Peygamberimiz çağından mı geldin diyeyim de, başımı omzuna yaslayıp kokusunu içime çekeyim.

Nihat Hatipoğlu

15 Mayıs 2009 Cuma

Terör ihaleleri, Londra ve Büyük Oyun!

Somali Korsanları'nı israrla gündemde tutmam bazılarına şaşırtıcı geldi. Bunu abartılı buldular, olaya hakettiğinden fazla önem atfettiğimi düşündüler, sıradan ve yerel bir olay üzerinden küresel okumalar yaptığımı düşündüler, endişelerimi küçümsediler. Somali'de bir karışıklık vardı ve bu istikrarsızlık korsanlığı doğurmuştu. Şimdi korsan çeteleri bu kıyılarda yabancı gemilere saldırıp fidye alıyorlardı. Kabul edilen gerçek buydu.

Oysa bize göre Süveyş Kanalı'ndan Hint Okyanusu'na kadar, hatta Hindistan'a kadar olan bölgede çok büyük bir oyun kuruluyordu ve korsanlar oyunun sadece bir parçasıydı. Zaman geçtikçe, yeni ayrıntılar ortaya çıktıkça, bizim endiselerimizin haklı olduğuna dair güçlü işaretler belirmeye başladı. Orta Afrika'dan Güney Asya'ya uzanan Orta Kuşak üzerinde 21. yüzyılın en tehlikeli çatışması şekilleniyordu. Aganistan ve Irak işgali bu büyük çatışmanın sonucuydu. Gürcistan savaşı böyleydi. Basra Körfezi ve Doğu Akdeniz'deki mücadele öyleydi. Sudan'ın bölünmesi ve Darfur yine bu oyunun parçasıydı. Pakistan'ı istikrarsızlığa sürükleyen son gelişmeler aynı oyunun parçasıydı.

En önemlisi de terör ve terörle mücadele söylem ve stratejileri bu Büyük Oyun'un aşamalarıydı. Terör ihale ediliyordu ve bu ihaleye sayısız örgüt katılıyordu. Terör bu sistemik çalışmaydı, devletti. Yeni tehdit söylemleri öyleydi, 21. yüzyılın güçler dengesi için gayri meşru bütün yöntemler ve araçlar kullanılıyordu.

Son haberlere bakıyorum; korsanlar kaçırdıkları gemiler hakkında bilgileri Londra'dan alıyordu, fidye pazarlığı Londra üzerinden yapılıyordu, İngiliz gemilerine saldırı olmuyordu, Süveyş Kanalı'ndaki trafik, gemilerin seyir bilgileri ve yükleri hakkında bütün bilgiler Londra'dan veriliyordu. Avrupa ortak istihbarat raporu öyle diyordu. Süveyş ve Hindistan arasında, İngiliz İmparatorluğu'nun eski nüfuz bölgesinde birileri tarafından kontrol edilen tuhaf gelişmeler oluyordu. "Büyük Ortadoğu"nun Doğu ve Batı ucunda endişe verici gelişmeler oluyordu, Afro-Asya kuşağının kuzeyinde enerji denklemi büyük restleşmelere yol açarken güneyinde, Suveyş'ten Malaka Boğazı'na kadar olan bölgede "uluslararası sistem" kontrolünde bir haydukluk besleniyordu.

Bize hep dar alanda uğraşmayı öğütlediler. Her olayı kendi özel şartlarıyla sınırlı olmayı önerdiler. Terörü de, işgali de öyle kanıksattılar. Böylece gözlerimizi kör etmeyi, bir adım sonrasına görmemizi engellemeyi, yeryüzüne bütüncül bakmamızı engellemeyi denediler. Afganistan işgaline Taliban derken Irak işgaline Saddam dedirttiler. Büyük güçlerin terör üzerinden hesaplaştığını, küresel sistem inşasının meşru olan yollarla denendiğini görmemizi engellediler. Bizi hep küçük oyuncular yaptılar. Zihinlerimizi rehin aldılar. Onlar küresel hesaplar, bizde böyle yapmak isteyenleri itibarsızlaştırdılar.

Korsanlık, çok daha büyük bir resmin bize yansıyan kısmı. Afganistan işgali sırasında Güney Çin Denizi'nde yapılıyordu. O gemiler işkence gemileri döndü. Hayalet gemiler oldu. Hint Okyausu'nda. Göreceksiniz, bunun altından daha çok şey çıkacak. Türk gemileri de kaçırıldı, korsanlarla mücadele için tezkere çıkarıldı, bölgeye savaş gemisi gönderildi. Talimatlar Londra'dan alınırken bölgede Batı donanması konuşlandırıldı. Hatırlamaya ihtiyacımız var. Zihinlerimizi diri tutmaya ihtiyacımız var. Ne demiştik o zamanlar..

"Korsanlık bir ihale" dedik. İhaleyi verenler terörle mücadele edenlerdi. "Korsanların hepsinin Somalili olduğunu düşünmüyorum. Çokuluslu bir korsan gücü söz konusu. Yakında bölgeye Blackwater gibi katliam ve pis işler yapan güvenlik şirketleri de gönderilir" dedik. Hani o, Irak'ta kaybolan 190 bin silahın nerelere dağıtıldığını bilen, dağıtımı yöneten, bir kısmını PKK'ya ulaştıran, Türkiye'de ortakları olan şirket! Öyle de çıktı, Blackwater daha sonra bölgeye gönderildi. Hem de McArthur adlı gemileriyle.

"Korsanları hareket alanları belli, üsleri belli, etki edebildikleri bölgeler belli. ABD'nin Cibuti üssü, Aden Körfezi'ndeki savaş gemileri, Avrupa Birliği ve NATO gemileri de bölgede. Korsanların üssüyle ABD üssü arasındaki mesafe hiç de uzak değil. Ama asla müdahale edilmiyor. En son Pentagon; 'Somali'de istikrar sağlanmadan müdahale edilemeyeceği'ni açıkladı. Amaç hiç de gizli değilmiş!"

Geçtiğimiz yıl Hindistan'ın ekonomi başkenti Mombay'a (Bombay) saldıraranların bu korsanlar olabileceğini söyledik. Saldıranlar denizden geliyordu, teknolojik silahnlarla donatılmıştı, BlackBerry telefonlar kullanıyorlardı, hepsi değişik ülke vatandaşıydı, yakalanan saldırganı ABD, İngiltere ve İsrail istihbaratı sorguluyordu, aynı anda Mossad ajanları Pakistan içinde operasyonlara katılıyordu, ABD bu ülkeyi denetim altına almak için özel birlikleriyle gizli operasyonlar yapıyordu. "Tetiği çekenlere değil, arkasındaki güçlere bakın" dedik. Korsan-Mombay saldırısı arasında bağlantılar kurduk. Bize göre sadece saldırı anlamında değil, Kızıldeniz'den Hindistan'a uzanan bölgede çok karanlık olaylar oluyordu. Korsanları besleyenler Hindistan'ı vuruyor, Hint-Pakistan savaşı çıkarmaya çalışıyordu. Bir gizli el, ideolojik grupları da, toplumları da devletleri de yönlendirilor. Krizlerin haritasını çiziyor. Bölgesel savaş senaryoları hazırlıyor.

Eylül 2008'de Pakistan'ın başkenti İslamabad'daki Marriott Oteli'ne yapılan, onlarca kişinin öldüğü büyük saldırı sonrası "binadan çelik kasalar içinde çıkarılan malzemeler neydi" diye sorduk. Aylar sonra o bina, Pakistan içinde gizli operasyonlar yapan ABD özel birliklerinin karargahı çıktı. Patlama, karargah olarak kullanılan katta yaşanmıştı. Terör adı altında nasıl bir çatışma yaşanıyordu?

Korsanlarla ilgili her gelişmeye özellikle dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Zaman getçikçe, detay bilgiler sızdıkça ortaya nasıl bir harita çıkacağını az çok tahmin ediyorum. Çok büyük bir oyun oynanıyor ve bu oyunun bir yanı da bize dokunuyor. Londra merkezli "terörün efendileri" bakalım önümüze daha ne tür dosyalar koyacak!

İbrahim Karagül

Kürt töresi?!

TÖRE cinayetlerini, kan davasını, Bilge köyünde yaşanan vahşeti Kürt kimliğiyle ilgilendirerek analiz edebilir miyiz?! Basında bu yönde bir tartışma var. Bu konuda kendi görüşümü yazmadan önce bazı maddi olgulara dikkat çekmek istiyorum.
Başbakanlık Aile Kurumu’nun bulgularına göre:
- Türkiye’de beş yıl içinde gerçekleşen töre cinayetlerinden 212’si Marmara bölgesinde işlenmiş; Marmara bölgesi birinci sırada! Aynı süre içinde Güneydoğu’da işlenen töre cinayetlerinin sayısı ise 121’den ibaret; neredeyse yarısı!
- Fakat... Töre cinayetini işleyenlerin doğum yerlerine bakıldığında tablo tersine dönüyor; Güneydoğu doğumluların sayısı 386’ya fırlıyor! Bölgesel dağılımda Marmara’nın birinci sıraya çıkmasının sebebi, iç göç yoluyla töre cinayetlerinin buraya taşınmış olmasıdır.

Kürt tarihi
Türk ya da yabancı tarihçilerden örnekler vermeyeceğim. Kürt kültürünün en önemli yazılı kaynaklarından biri olan Şeref Han’ın 1597’de yazdığı “Şerefname” adlı tarih kitabından bahsedeceğim.
Şeref Han’a göre, Kürtlerde çokeşlilik yaygındır, çok çocukları olur. Bu sebeple her yere yayılabilirlerdi ama “aralarında öldürme yaygın”dır, “birbirlerini yok ederler”, bu yüzden nüfusları da çok artmaz.
Kürt aşiretlerinin hep birbiriyle kavga ettiğini anlatan Şeref Han’a göre:
“Kürtler arasında, şimdilik, genel olarak emrine uyulacak ve yargısı uygulanacak bir kimse bulunmadığı için, çoğu kan döker, güvenlik ve düzen kurallarını çiğnerler. Kürtler en ufak ve en önemsiz nedenlerle ayaklanarak, önemsiz hatalar ve küçük suçlar yüzünden büyük suçlar işlerler...” (Sf. 20, 25)
Niye böyle? Kürtlerin ırki özelliklerinden, biyolojik genlerinden dolayı mı? Hayır...
Kürtlerde göçer aşiret ya da kabile denilen hayat tarzı çok kökleşmiş ve uzun süre devam etmiş olduğundan...
Türkmen, Arap, Çerkez aşiret törelerinde ve Avrupa feodalizminde de vardı bu tür töreler.
İranlı Kürt merhum Qasımlu’nun yazdığı gibi, Kürtlerin dağlık ve yaylalık coğrafyaları göçebelik ve hayvancılığı gerektirmiştir. Bu da aşiret yapılarını ve törelerini daha dayanıklı hale getirmiştir. Gökalp’in belirttiği gibi, Anadolu’ya göçen Türkmen aşiretleri dağ ve yaylalardan ziyade ova ve şehirlere yerleştikleri için göçebelikten daha çabuk kurtulmuşlar, töreler asırlar içinde çok marjinalleşmiştir.

Reel sorunlar
Bugün Türkiye’deki namus ve kan davası cinayetlerinin Kürtler arasında daha yaygın olduğu toplumsal ve istatistiksel bir gerçektir. Ama bunun sebebi onların Kürt olmaları değil, bu tarihsel ve sosyolojik faktörlerdir.
Bu töreleri Kürt kimliğinin bir özelliği diye nitelemeyi ‘politik doğruculuk’ açısından yanlış buluyorum. Zaten Kürtlerin büyük çoğunluğu bu törelere karşıdır.
Hem gerçekler görülmeli hem yapıcı bir dille anlatılmalı.
Kürt milliyetçilerinin işkencelerden, köy boşaltmalardan bahsederek “Türkler böyledir” diye neler yazdıklarını biliyorum; bunlar “kan davası” kültürünün etnik milliyetçi tezahürleridir.
Töre cinayetleri yüzünden “Kürtler böyledir” diyormuşuz gibi bir izlenim yaratmaktan da dikkatle sakınmak gerekir.
Şunu da belirtmeliyim, Kürtçü milliyetçiler “Matematiği de Kürtler icat etti” gibi ilkel fantezilerle kendilerini dolduruşa getirmeyi bırakmalı, töre cinayetleri, kadın, kızların okuması gibi reel sorunlarımızla ilgilenmelidir.

Taha Akyol

Demirel ve Cindoruk’la ilgili hayal kırıklığım üzerine...

Demirel’le Cindoruk... Elli küsur yıldır sahnede olan iki siyaset adamı. Kökleri DP’ye, 27 Mayıs darbesinin 1960’da devirdiği ve lideri Adnan Menderes’i astığı Demokrat Parti’ye uzanıyor.
Hatta Cindoruk’un avukatlığı var, Menderes’leri idama mahkum eden Yassıada isimli askeri mahkemede...
Sonra Demirel çıkıyor sahneye.
DP’nin yerini alan ve kısa adı AP olan Adalet Partisi’nin başına geçip başbakanlık koltuğuna oturuyor.
Demirel’i de deviriyor asker.
1971’de, 12 Mart muhtırasıyla...
Demirel yine başbakan oluyor.
Asker yine deviriyor Demirel’i.
1980’de, 12 Eylül darbesiyle...
Yılmıyor Demirel de, Cindoruk da.
Kısa adı DYP olan Doğru Yol Partisi kuruluyor. Demirel on yıllık bir aradan sonra askeri yönetimin siyaset yasaklarını kırıp yeniden Başbakanlık koltuğuna oturmayı başarıyor, 1991’in sonunda.
Sonra Demirel’in cumhurbaşkanlığı...
28 Şubat, post-modern darbe...
Ve Demirel-asker yakınlığı...
Laf uzamasın!
27 Mayıs’tan bugünlere bir çizgi çekildiğinde, Demirel’le Cindoruk’un, Türk siyaset sahnesinin ön sıralarında sorumluluk almış iki önemli ve engin tecrübe sahibi siyaset adamı oldukları görülür.
İkisini de tanıdım.
İkisini de yakından izledim. Bazen destekledim, bazen eleştirdim.
Bunca yılın sonunda bir bilanço çıkarınca, bir hayal kırıklığından söz edebilirim.
Bu hayal kırıklığım Türkiye’de demokrasiyle ilgili. Türkiye’nin barış ve refah içinde yaşamasını engelleyen temel sorunların çözümüyle ilgili.
Askeri darbelerden bu kadar çekmiş olan Demirel’le Cindoruk, Türkiye’de asker-siyaset ilişkisini demokrasilerdeki olağan boyutuna indirgeyecek yeterli bir çaba ve tutum içinde olmadılar.
Bundan uzak durdular.
Askerin seçilmiş siyasal otoriteye tabi olması gerçeğini kapalı kapılar arkasında, özellikle darbe dönemlerinde çok belirttiler. Ama bunun için gerekeni siyasal ve entelektüel düzeyde yapmadılar.
Demokrasiyi sadece seçim kazanıp sandıktan çıkmak sandılar ya da böylesi işlerine geldi.
Milletin oyuyla birçok kez hükümet oldular ama askerin demokratik rejimle ilgili ‘kırmızı çizgileri’ içinde kaldılar.
Dokunmadılar o çizgilere...
Veyahut o çizgiler içinde oynamayı demokrasi sandılar.
Bu aslında ‘kendine demokrat’lıktı.
Demirel’le Cindoruk’un bu tavırları, demokrasiyi yalnız kendisi için isteyen, kendisi gibi düşünmeyenlerin demokratik hak ve özgürlükleriyle fazla uğraşmayan, -ve bugün de Türk muhafazakar siyasetinde derin izleri olan- bir tavırdı.
İşte bu nedenledir ki 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de idam sehpaları kuran, siyaset yasakları koyan ‘askeri vesayet sistemi’ ile, bu anti-demokratik zihniyetle herhangi bir ‘demokratik hesaplaşma’ya girmekten kaçındılar.
‘Kürt sorunu’na uzak durdular.
Kıbrıs’ta ipe un serdiler.
Ermeni meselesi ile uğraşmadılar.
1990’larda ekonominin gerektirdiği ‘yapısal reform’lara lazım gelen önemi vermedikleri içindir ki, Türkiye o korkunç 2001 Şubat Krizi’ne tosladı.
Türkiye’nin Avrupa Birliği yolunda gereken siyasal kararlılığı özünde sergilemediler.
Belki biraz genelleme yaparak şu da söylenebilir:
Türkiye siyasetinde ‘Demirel-Cindoruk zihniyeti’dir, Türkiye’ye özellikle 1990’lardaki ‘kayıp yıllar’ı yaşatan...
Ama benim Demirel ve Cindoruk’la ilgili esas hayal kırıklığım, 2000’li yıllarla ilgilidir. Türkiye siyasetinde akil adam rolü oynayabilirler diye düşünmüştüm bir ara onlar hakkında.
Yanılmışım.
Tam tersini yaptılar.
Türkiye’nin AB yolunu kesmek için uğraşanlarla birlikte gözüktüler.
Türkiye’nin AB yolunu kesmek için Kıbrıs’ta çözümsüzlüğe oynayan ‘Denktaşgiller’le birlikte oynadılar.
Türkiye’de birinci sınıf demokrasinin yolunu kesmek için ve bu amaçla Türkiye’yi ‘darbe ortamı’na sürüklemek için askerde ve sivilde kumpas kuranların safında gözüktüler.
27 Nisan’a sahip çıktılar.
367’ye sahip çıktılar.
Yüzde 47 oyla iktidar olmuş AKP’yi kapatmak isteyen ‘yargısal darbe’ zihniyetine ses çıkarmadılar.
Ve son olarak da:
Ergenekon’dan yana durdular.
Bugün de aynı yerdeler.
Üstelik şimdi, adı ‘Demokrat’ olan bir partiyi ele geçirmek için harekete geçmiş durumdalar.
‘Askercilik’le, ‘Ergenekonculuk’la demokratlık ne zamandan beri bağdaşır hale geldi ki?
Bu durumdan Menderes’lerin ruhu eski deyişle muazzeptir, azap çekmektedir herhalde...

Hasan Cemal

Bil de ağlama

Pazar günü gene bir miting var, "cumhuriyet mitingi" diyorlar. Ankara'da,
Tandoğan Meydanı'nda yapılacakmış.
Milli Şef'in astığı astık kestiği kestik ünlü Ankara valisi Nevzat Tandoğan'ı hatırlatıp "yakışmış" demeyelim şimdi, bozuluyorlar...
Mitingin adı "cumhuriyet" mitingi. Yani, "padişahçılara karşı" yapılıyor olmalı...
Oysa ülkemizde, kimsenin ciddiye almadığı birkaç egzantrik mütefekkirden başka padişahçı yok.
En koyu şeriatçı bile yönetimde "meşveret" istiyor, yani bir cumhuriyetten yana.
Hayır, miting yapanların derdi, laiklik. Fakat bunun "monarşi" altında da sağlanabileceğini akılları kesmiyor. İspanya, İngiltere, İsveç, Norveç gibi ülkeleri tanımıyorlar.
Niçin mitinge "laiklik mitingi" demiyorlar peki?
Çünkü dertleri yalnız o değil. Dertleri, zart zurt düzeni. Cumhuriyetten anladıkları, "kendi kafalarına uygun", otoriter tek parti cumhuriyeti. Hani şöyle "gelip de onon beş yıl gitmemek" üzerine kurulu bir yaklaşım...
İkiyüzlülüğe hiç gerek yok, bu miting, cumhuriyet falan ayağından "AKP'ye karşı" yapılan bir miting.
Bundan öncekiler de öyle değil miydi?
"Biz parti tutmuyoruz" palavrasını da kimse yutmaz, bunlar "esas olarak" otoriter rejim özlemi çeken bürokratlar, büyük ölçüde de CHP ya da MHP taraftarlarıdır. Aralarında az sayıda darbe yanlısı "şaşkın komünist" bile vardır.
Bu mitinglerde Türk bayrağı kullanıyorlar.
Sanki AKP kendi mitinglerinde yeşil zemin üzerine üç hilalli bayrak sallıyormuş gibi...
"Biz üç renkli PKK bayrağına karşıyız" diyebilirler. O zaman adını öyle koysunlar, üniter devlet mitingi...
I ıh, hem Türk bayrağını kullanacaksın, hem de Türkiye Cumhuriyeti'nin seçimle oluşmuş meşru hükümetine uyuzluk edeceksin...
Ortada seçim meçim yok, gündemde tepki gösterilmesi gereken önemli bir gelişme yok, bayram değil, seyran değil, hükümet niçin öpülüyor, bu miting niçin yapılıyor?
Bir, Ergenekon davasında kovuşturmaya uğrayanlara "sahip çıkmak" için.
İki, "moral toplamak" için. Seçimden sonra yerlere düşmüştü.
Üç, yeniden bir sayım yapmak için. "Biz kaç kişiydik, bütün bu olup bitenlerden sonra şimdi kaç kişi kaldık?" sorusuna yanıt aramak için.
Gene yanılacaklar, gene sayıyı kendi aralarında şişirecekler, sonra kendi uydurduklarına kendileri de inanacaklar, gene derin bir hayal kırıklığı onları kapıda bekleyecek.
Zarar yok, mitinge siz de katılın gençler!
Ama şunu hiç unutmadan: Bu miting, YouTube'dan sonra Internet sitesi Google'ın da kapatılması için dilekçe vermiş bir örgütün düzenlediği miting!
Neyin ne olduğunu bilin de, sonra ağlamayın.

Engin Ardıç

Demokratlara "46 Ruhu" yerine "28 Şubat Ruhu" sunuluyor...

Bu yazıyı yazarken gözüm masamın üzerindeki takvime takıldı.
Günlerden 14 Mayıs'tı dün.
Zaman tüneline girip, 59 yıl öncesine gittim... 14 Mayıs 1950'ye geri döndüm. Şimdi oyları ile iktidarları belirleyen halk "Göbeğini kaşıyanlar" diye aşağılanıyor.
Tek Parti iktidarının sona erdiği 14 Mayıs 1950'de de, Demokrat Parti'ye oy veren seçmenlere "Hasolar, Memolar" denilirdi.
Daha da ötesi "Bunların okuma yazması olmadığı için yanlışlıkla DP'ye oy verdiler" diye iyimser yorumlar yapardı CHP'nin ileri gelenleri ve ileri gidenleri.
Ama 1954 seçimlerinde daha da çoğaldı okuma yazma bilmeyen Hasoların ve Memoların verdikleri oylar.
Demokrat Parti'nin halktan kopmamasını ve demokrasiye bağlı kalmasını simgeleyen slogan ise "46 Ruhu"ydu... Partinin kuruluşuna giden yolun açıldığı 1946'yı ifade ederdi "46 Ruhu".
Bu pazar günü yeni Demokrat Parti'nin Büyük Kongresi var...

Tuz ruhu gibi bir ruh
Ama bu defa Demokrat Partililer "46 Ruhu"na değil "28 Şubat Ruhu"na bağlı kalmaya davet ediliyorlar.
Askeri darbe ile devrilip kapatılmış, lideri ve bakanları idam edilmiş Demokrat Parti ile aynı adı taşıyan yeni Demokrat Parti'nin delegelerine, 28 Şubat'ın sivil paşaları lider kadrosu olarak sunuluyor.
Oysa bu partinin halktan koptuğu ve "Derin Devlet"in partisi konumuna girdiği zaman ne duruma düşeceği, Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığının oylanacağı gün TBMM'den kaçılınca görülmüştü. Bu en yakın zamandaki deneyimdi.
28 Şubat post-modern darbe sürecinde de, bu partinin içinden çıktığı DYP'yi şimdi Demokrat Parti yönetimine aday olan kadrolar Demokrat Türkiye Partisi'ni kurarak bölmemişler miydi?
Sonuç hep aynı oldu. Son deneyimde Demokrat Parti sandıklarda eridi. Mehmet Ağar da siyasetten dışlandı.
Demokrat Türkiye Partisi'ne de binde bilmem kaç oy çıkmamış mıydı sandıklardan?
Ne kişilere takıntımız var, ne de bir partinin iç içleri üzerine hariçten gazel okumaya niyetliyiz.

İşte çağdaş uygarlık
Ama eğer Demirel'in planladığı gibi Demokrat Parti Cindoruk yönetimine girerse, bu "Merkez"den ümit bekleyen seçmen kitlelerine "28 Şubat 1000 yıl sürecek" mesajının sivil paşalar tarafından yeniden verilmesi anlamına gelecektir.
Nedir Cindoruk'un ve hatta Mehmet Ali Bayar'ın topluma sundukları projeleri?
Kürt meselesine, Kıbrıs'ta çözüme, AB'ye uyum paketine, yeni ve özgürlükçü anayasaya ilişkin bir projeleri mi var?
"Derin Devlet" adına "Şu AK Parti'nin işini bitirelim" söyleminden başka ne mesaj veriyorlar topluma?
Önce 12 Mart 1971 sonra da 12 Eylül 1980 askeri darbelerinin devirdiği Süleyman Demirel'in 28 Şubat 1997 post-modern darbesini 2009'da, üstelik Demokrat Parti içinde sürdürmeye çalışmasına, acaba kim "İşte çağdaş uygarlık" diyebilir.
Cindoruk, Demokrat Parti genel başkanı olursa, acaba Mesut Yılmaz da genel sekreterliğe getirilir mi?

Mehmet Barlas

Gizli kozlar

Türkiye-Ermenistan "Yol haritası" nın açıklandığı 22 Nisan gece yarısından bu yana Ankara'ya eleştiri okları yağdıran Azeri basınında dün ilk kez güller açtı.
Nedeni malum; Başbakan Erdoğan'ın Dağlık Karabağ konusunda verdiği kesin güvence. Ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev'in "Hiçbir şüphe kalmadı" yanıtı.
İyi de oldu. Çünkü her şeyden önce Türkiye ile Azerbaycan arasındaki kriz veya gerginlik bir yana, burukluğun bile yol açacağı duygusal yıkımların sorumluluğunu hiçbir omuz kaldıramazdı.
Ayrıca Türkiye ve Azerbaycan zorlu siyasal, ekonomik ve jeostratejik meydan okumaları ancak "Tek millet iki devlet" kaynaşmasıyla birlikte göğüsleyebilir, hatta fırsata dönüştürebilir.
Bu meydan okumaların başında da en az 50 yıl bu coğrafyanın kaderinde belirleyici olacak doğalgaz geliyor. Konuyu 2 açıdan ele almak gerekiyor:
1- Batı için sorun, Rus gazına ve Rus boru hatlarına bağımlılığı azaltmak.
2- Orta Asya ülkeleri için ise gazını mümkün olan en avantajlı fiyatla satmak.
İki tarafın da beklentilerine yanıt verebilmek için Kafkaslar'ın ve Orta Asya'nın gazını Türkiye üstünden Avrupa'ya ulaştıracak Nabucco gaz boru hattı projesi geliştirildi.
Ancak sorun şu: Hem tüketici, hem de üretici cepheleri blok hareket etmiyor. Ulusal çıkarlar, "Gemisini kurtaran kaptan" bencilliği ya da siyasal hesaplar, ortak çözümlerin önüne geçebiliyor.
Rusya da bu çatlağı veya gerçeği gördüğü için Nabucco'ya rakip, daha doğrusu alternatif bir proje ortaya attı: Güney Akım gaz boru hattı. O da Rus ve Orta Asya gazını Karadeniz'in altına taşınacak boru hattıyla Bulgaristan üstünden Avrupa'ya ulaştırmayı öngörüyor.
İki projenin muhtemel kapasitesi aynı: Yılda 30 milyar metreküp. Devreye girme tarihleri de yakın: 2013 ve 2014.

Karşılıklı hamle dönemi
İşte Erdoğan'ın Bakü'ye gittiği gün Atina'da Rus "Gazprom" ile Yunan "Desfa" şirketleri Güney Akım'ın Yunanistan bölümü için konsorsiyum kurdular.
Bugün de Gazprom ve İtalyan "Eni" şirketi Güney Akım'la ilgili protokolu imzalayacaklar. Törene Rusya Başbakanı Putin ile İtalya Başbakanı Berlusconi de katılacak. Putin yarın da Erdoğan'ı ağırlayacak!
Bu gelişmeler Güney Akım'ın avantajlı konuma geldiği biçiminde yorumlanabilir. Ama pek öyle değil. Zira Nabucco'da kenetlenen ülkeler henüz kartlarını açmadılar.
Öncelikle Nabucco'da Azerbaycan transit ülke olarak düşünülüyordu. Oysa Şahdeniz yataklarıyla üretici statüsüne geçti. Daha önemlisi Azerbaycan'ın üretimi boru hattının ilk döneminde (2014-2019 arası) Avrupa'ya ulaştırılması öngörülen yıllık 8-9 milyar metreküp gazın tümünü karşılayabilir.
Nabucco için sorun kapasitenin aşamalı artırılacağı 2019 sonrasıyla, Güney Akım için ise kısa vadeyle ilgili. Çözüm için de tek adres var: Türkmenistan. Bu kardeş ülkenin tercihi iki proje için de hayati önem taşıyor.
Ama "Şimdilik". Zira Nabucco bir seçeneği daha barındırıyor: Dünyanın en zengin gaz yataklarına sahip üç ülkesinden biri olan İran. Tahran rejimi, ABD ve de onun baskısıyla AB tarafından Nabucco'nun dışında tutuluyor ama proje gerçekleşinceye kadar köprülerin altından çok sular akabilir. Hatta, önümüzdeki ay İran'da yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuçları bile dengeleri değiştirebilir.
Ve nihayet Ankara şimdiye kadar hiç sözünü etmediği bir silaha daha sahip: İtalya stratejisi. Berlusconi hem Nabucco'ya destek veriyor, hem de Güney Akım'a. Neden Türkiye de iki projeye birden ortak olmasın? Dahası, neden Güney Akım'a ortaklık seçeneğini Batı'yı İran'ın Nabucco'ya katılmasına ikna için koz olarak kullanmasın?
Erdoğan'ın Soçi ve pek de uzak olmayan Tahran ziyaretleri epey sürprizi şişeden çıkarabilir. İyi izleyin...

Erdal Şafak

14 Mayıs 2009 Perşembe

Unuttuğumuz “ana”larımız…

Aklımızın hizasına kadar eğildi. Korkudan titreyen kalbimizi sonsuz tebessümüyle sevindirdi. Hüzünlerle delik deşik olmuş insanlığımızı bağrına bastı. Şaşkın gözlerimizin içine sımsıcak baktı. Sağır duvarlara çarpa çarpa kanayan sonsuzluk düşlerimizi avuçlarında sağalttı. Düşe kalka yürüyen ümitlerimizin elinden tuttu, ayağa kaldırdı. Şefkat yüklü sözlerle tenezzül etti kalbimize. Her defasında bir anne şefkatiyle kucaklandığımızı hatırlattı. “Rahman ve Rahîm olan”ın adıyla başladı söze. “Anadilimiz”le merhamet fısıldadı dünya yetimliğimize. Evladının yastığının altına bayram hediyesi koyan annelerin müşfik edasıyla müjdeler yetiştirdi yeryüzü yalnızlığımıza: Kur’ân. Ana kitabımız.(1) Ana fikrimiz. Ana zikrimiz. Ana sayfamız. Ne zamandır sözlerine sağır gibiyiz. Nicedir göğsünden hakikat emmek istemez gibiyiz. Dünya gurbetinde sevincimiz, tesellimiz, avuntumuz, ümidimiz olsun diye el bebek gül bebek besleyip büyüttüğü gerçeklere küsmüş gibiyiz. Yüzünü hasretle görmeye, sözünü hayretle dinlemeye hemen başlamalı değil miyiz?
Nereden geldiğimizi bilmezdik, o ezelden söz açtı. Nereye gittiğimizi sormayı akledemezdik. O ebede, sonsuzluğa çağırdı. Kim olduğumuzu, ne iş yaptığımızı aklımıza o fısıldadı. Yetim buldu her birimizi. Sahipsiz ve umutsuzduk. Her yanımız karanlıktı. Duyduğumuz sesler hep feryattı. Baktığımız yüzlerin hepsinde matem vardı. Işık tuttu yolumuza. Dağı taşı, yıldızı ve güneşi aşinamız kıldı. Göğün yüzünü tanıdık eyledi gözlerimize. Geçmişin hüznünü giderdi, geleceğe dair korkuları yatıştırdı. Feryat sandığımız sesleri sonsuzluk vaadiyle neşe ve sevince boğdu. Yanmayalım diye yandı yakıldı. Biz bilmeden ateşe koşan pervanelerdik. Kül olacağından habersiz, sarhoşça alevden uçurumlara uçan kelebeklerdik. Tuttu eteğimizden her defasında. (2) Bin ana yüreğini kuşanarak ateşe düşmekten alıkoydu biz can parelerini. Aramızda şimdi de… (3) Anneyi evladına anne eyleyen sırrı akıtmakta içimize hâlâ. Oğulları ve kızları annelerine “annelik” edercesine hürmete ve şefkate çağırmakta: Peygamberimiz. “İmam”ımız. “Ana yürekli”(4) liderimiz. Şefkat yüklü önderimiz. Kılımıza zarar gelmesin diye titreyen anaç kalplimiz. Ümmetinin kurtuluşu için kendini paralarcasına çırpınan göklü yüreğimiz. Anaları yavrularına ana eyleyen, analara ana şefkati bahşedenin “RaufurRahim” diye en anaç isimlerle övdüğü, serin şefkat pınarımız.(5) Sanki o çok uzaklardaymış gibi nicedir bize çağırmaktayız. Sanki “Allah’ın resûlü” olarak aramızda değilmiş gibi, sesimizi sesinden yüksek tutmaktayız. Sanki o kutsî “ana yüreği”nin atışları durmuş gibi ümitsiziz, tesellisiziz. Bugün bir kez daha ellerine varıp bağlılığımızı tazelemeli değil miyiz?
Günahla kirlettiğimizde yüzümüzü, yine de kucağına alıp yudu yıkadı yüzümüzü. Kötülükle kokuşturduğumuzda tenimizi, saçımızı okşadı, cennet kokulu elbiselere bürüdü puslu bedenimizi. İsyana bulandık, paslandırdık yüreğimizi. Gözlerimiz haramla çapaklandı, alnımıza kötülükler yapışıp kaldı. Ama o her defasında pirüpak eyledi bizi, yüreklendirdi her birimizi. Yüzümüzü yerden kaldırdı. Tiksinmeden öptü kirli alnımızı. Silip gözyaşlarımızı yeni ümitlerle sokağa saldı. “Yine beklerim” dedi. “Uykulu gafletlerden sıyrılıp sabah vakti gelsen de olur, kirpiklerinin kıpırtısıyla da olsa kucağıma otur, beklerim” dedi. “Dünya telaşlarıyla sarhoş olup öğle vakti nazlanarak gelsen de olur, kalbine ummadığın pınarlardan sular içiririm” dedi. “Güneşini hüzünlerle bulandırdığın, ayaklarını ümitsizlik çamuruna buladığın halde olsan da gel, ikindi vakti beklerim” dedi. “Günleri eskittiğin, kendini bir kez daha eksilttiğin akşam üzerilerinde de kapım açık, gel” dedi. “Nice unutuşların gece gibi üzerini üst üste örteceğini acıyla anladığın gece vakitlerinde de gel, teselli ederim seni” dedi. Günün beş vakti ocağına şartsız kabul etti bizi. Arkamızı döndüğümüzde de sabırla bekledi dönmemizi: Namaz. Ana kucağımız. Bugünü “anneler günü” diye bilip, varıp dizi dibine içimizi dökmeli değil miyiz? Hemen şimdi, vaad ettiği o kutsî yakınlığa(6) alnımızı secde secde değdirmek için niye beklemekteyiz?
Her defasında içimizin kirini tozunu döktük avuçlarına. Ayıplanmaktan korkmaksızın. En gizli suçlarımızı itiraf ettik yüzüne karşı. Gammazlanmayacağımızdan emin olarak. Ayıplarımızın hepsini, dertlerimizin en incesini, hüzünlerimizin en anlaşılmazını, korkularımızın en baş edilmezini yumuşacık parmakları arasına akıttık, erittik. Elimiz boş dönmedik hiç. Tesellisiz kalmadık hiç. Yanına vardıkça, kıymetlendik. Başka ne yapsak bu kadar değerli olamazdık. İşe yaradığımız biricik meşguliyetimiz: Dua. Ana işimiz. Ana sermayemiz. İşlerimizin anası. Analarımızın işi. Ana gibi yar bildiğimiz. Olmasaydı duamız, ne gelirdi elden, ne olurdu elimizden! Hemen şimdi avuçlarından sonsuz serinlikte kevserler içmeye koşmalı değil miyiz?
Biz müminler, namaza durduğumuzda varlığın hepsini ailemiz biliriz. Kıyama kalktığımızda kendimizi kâinattan sorumlu bir bilinç giyiniriz. Herkesi ve her şeyi şefkatle kucaklayarak doğruluruz. “Âlemlerin Rabbi” karşısında her şey adına dururuz. “Âlemlerde” ne varsa, o varlar her nasılsa, hiç şart koşmaksızın, hiç aşağılamaksızın, hor görmeksizin, beyaz da olsa, siyah da olsa, inansa da inanmasa da, cansız ve dilsiz de olsa, sağır ve kör de sanılsa, hepsi için Rabbimize teşekkür ederiz. “Öteki”lerin varlığını mihnet değil, minnet biliriz. İnsanlığın hepsinden sorumlu anaç bir yürekle secdeye varırız. “Sana, yalnız sana kulluk ederiz” derken Fatiha’da, herkesi yanımızda, her şeyi kucağımızda biliriz. “Senden, yalnız Senden yardım dileriz” diye yakarırken, sahipsiz, yetim, yalnız, dilsiz, çaresiz, yoksul, terk edilmiş, ayrı düşmüş, aşağılanmış, dışlanmış, küçümsenmiş, yolda kalmış ne varsa, hepsinin elinden tutarız, ayağa kaldırır, yüreğimizin odacıklarına buyur ederiz. Rabbini tanıdığını haber aldığımız her kıtadan insanın haberiyle seviniriz, tebessüme geliriz, bayram ederiz. Herkesin hidayetiyle, her kıtanın selametiyle ilgileniriz. Uzaklarda bir kuşun kanadı kırılsa, önce biz kırılırız. Ötelerde bir çocuğun gözünden yaş düşse, biz de hemen derde düşeriz. Öyle ki, her namazın peşinden hemen infaka çağrılırız. Bize verilenlerden, muhtaca, yoksula, yolda kalmışa, kalbi ezilmişe, rızkı daralmışa hemen vermekle mükellefiz. Kendimizi “ana” biliriz: Biz. “Ana” toplumuz. Ümmetiz. (7)“Ana yürekli” peygamberin şefkatle yetiştirdiği, sabırla büyüttüğü, ümitle çoğalttığı “ana yürekli” “ümmet”iyiz. Anaç bin bakışız varlığa. Şimdi “ana”lığımızı bir kez daha hatırlamalı değil miyiz?“Ana yürekli” “imam”ımızın bakışından uzak düştük diye, “ana” olduğumuzu da unuttuk, öyle mi?
“Anneler günü” sayalım bugünü de… “Ana fikrimizi, ana yüreklimizi, ana kucağımızı, ana işimizi, ana sermayemizi, analığımızı hatırlama zamanı geldi, geçecek mi?

Dipotlar:
1. Kur’ân ve insan ikiz kardeştir; Kur’ân’ın dili fıtratın dilidir. Ayetler her daim ana yapı taşlarımıza göre konuşur. İçimizdeki ırmağın akışlarına göre fısıldar, susar, seslenir, korkutur, müjdeler, ümit verir, titretir. Yani “ana dilimiz”ce konuşur. Kırgın ve kızgın olsa da, ceza vermeye, korkutmaya kalksa da, ana gibi şefkatinden kızar, korumak için ceza verir. Yani Kur’ân bize “ana dili”yle konuşur.
2. “Gece vakti ateş yanmakta. Kelebekler ise bilmeden ateşe koşmaktadır. Bir adam ise onları ateşten korumak için çırpınmaktadır. Benim ve sizin misaliniz o adam ve… ” mealli hadise dayanarak.
3. Bakınız, Hucûrat 7; “Ey iman edenler.. biliniz ki aranızda/içinizde Allah’ın resûlü var.”
4. Arapça’da “önder” anlamındaki “imam” kelimesi, “anne” anlamındaki “ümm” kelimesiyle aynı kökten gelir. Bu durumda, “imam”, “ana yürekli adam” demeye gelir. (Mustafa İslamoğlu’ndan alıntıyla.)
5. Bakınız, Tevbe, 128
6. Bakınız, Alak, 19, “Secde et ve yaklaş…”
7. “Ümmet” kelimesi de “imam” kelimesi gibi “ana” anlamındaki “ümm”le akrabadır

Senai Demirci

Fırtına öncesi sessizlik!

Yeşil’in oğlunun kitabı bana kalırsa eski bir hesaplaşmaya göndermeler yapan bir kitap.. Yeşil konusu bir anda yeniden gündeme geldi. Yeşil’in yaşadığını iddia ediyor biri ve devletin Yeşil’in yerini bildiğini söylüyor.. Hatta iki ay içinde Ankara’ya geldiğini iddia eden var..
Oğul Yeşil anlatıyor: Susurlukçular, ellerine liste almışlar, tek tek işadamlarını dolaşıyorlar. Haraç vermeyenleri öldürüyorlar. Birini öldürmekle, sağ olan birçoğuna da gözdağı veriyorlar. Bütün bunları ‘vatana hizmet’ diye yutturuyorlar. (...) Hatta çuvallarla eve para taşıdık diyebilirim. İnanın, o dönemde bizim eve giren çıkan paraların binde biri bizde kalsaydı, yedi sülalemiz ihya olurdu. Babamın öyle bir paraya ihtiyacı yoktu. Babamın ödeneği vardı. Zaten devlet şeker torbalarıyla, un torbalarıyla babama para veriyordu. Komutanlar da örtülü ödenekten para alırdı. Herkes ödeneğini kullanmadan önce, ‘Sana lazım mı, değil mi?’ diye babamı arardı.” Evet işte bütün hikaye bu!
Dalan’a “Kaç” diyen MİT görevlisinin terfi ettirilip başka yere gönderildiği haberinin de tam böyle bir zamanda gündeme gelmesi önemli.. Sahi MİT kendi çalışanlarını denetlemiyor mu? Ya da madem böyle bir bilgi vardı, nasıl ve kim tarafından terfi ettirildi?
İçişleri Bakanının Kürtçe açılımını da bir kenara not edin.
Mardin’deki katliamın ardından Korucu sisteminin tartışılmaya başlaması da önemli.. Bu arada denizden “fışkıran”, “oltaya takılan mermiler” de ilginç..
Danıştay Başkanının “uyarıları”nı da bir kenara not edin. Hani Anayasa değişikliği yeniden gündeme geliyor ya, birilerinin tansiyonu yine yükselecek..
Zaten içeridekilerin morali bozuk. Kimileri sahilde yürüyüş yapıp, kahvesini yudumluyor, kimi GATA’da, kimi mahpushanede.. Kimi korku ile bundan sonra ne olacağını bekliyor..
Aslında “Apo” ve “Yeşil” konuşsa bu iş çözülecek..
Kimi “cesetleri yaktık” diyordu, kimi “asit kazanlarında kemiklerin eritildiğini” söylüyor, kimi “kuyuya attıklarından” söz ediyordu. En son mağarada çıktı cesetler.
İnternetin zaman zaman aktif hale gelip, sonra uyuyan siteleri vardır. Şu günlerde hepsi aktif.. Yani deprem öncesi sessizlik gibi bir durum sözkonusu..
Birileri konuşsa olmuyor, sussa olmuyor. Konuştuklarında mutlaka pot kırıyor, ya da açık veriyorlar.. Sonuçta kaş yapayım derken göz çıkarıyorlar.. Kendi aleyhlerinde delil oluşturacak, kuşkuya sebeb olacak laflar ediyorlar..
Adamlar, öyle anlaşılıyor ki, kendilerinden öylesine emin imişler ki, bir gün bunların hesabının sorulabileceğini akıllarının ucuna bile getirmemişler. Bu da onları tedbirsizliğe itmiş..
Bu köşeyi yakından takip edenler hatırlayacaklar.. Aslında 1980’lerin ortasından beri yazıyorum.. Yakınlarda da tekrar tekrar yazdım. Önce silahları gömecekler, atacaklar bir yerlere, sonra birbirlerini vuracaklar.. Bu işi ne kadar sürdürürseniz o kadar kemikleşir ve sorunun çözümü zorlaşır. Bunları tasfiye ettiğinizde de Mafialaşırlar ve kriminal işlere bulaşırlar.. Kontrollü bir şekilde tasfiye edilmeleri ve psikolojik rehabilitasyona tabi tutulmaları ve bir araya gelmelerini önleyici tedbirlerle dağıtılmaları ve izlenmeleri gerekir.. Eğer takip edilmezlerse, kısa sürede organize suç örgütleri oluşturur ya da onlarla işbirliğine girebilirler ya da bazıları kısa sürede yabancı istihbarat örgütlerinin kontrolüne geçebilirler..
Bunları nereden mi biliyorum? İLAGA’lardan. Bu Korucu sistemi daha önce Filipinler’de denendi.. Aslında geçen hafta Bangsamoro’dan bir heyet geldi Ankara’ya, bazı, yarı resmi görüşmelerde bulundular yetkililerle.. Filipin hükümeti ile yapılan barış görüşmelerinde Türkiye’nin garantör olmasını istiyorlar.. BM’nin gözetimindeki barış görüşmelerine katılan heyetin başkanı Datu Mikail Mastura, Moro’nun hilafete bağlı toprak olduğunu söylüyor.. Onunla dünü, bugünü ve geleceği konuştuk. Osmanlı’nın manevi mirasına sahip bir ülke olarak Türkiye bu sorumluluğunu reddedemez.. Bu aynı zamanda bir hak, bir görev.. Bu olay bile tek başına Türkiye’nin Hinterlandının Filipinler’den Moritanya’ya kadar bir coğrafya olduğunu gösteriyor bize..
Şu çete belasından kurtulsak, bizim oralara gitmeden, onların bize gelmesi gerek.
Şu Kürt meselesini çözsek, bizim Afrika’daki kabile savaşlarını çözmek için hakem olmamız gerek. Onlarca Afrika ülkesi Türkiye’nin büyükelçilik açması için bekliyor..
Hani keşke, Cemil Çiçek ve İçişleri Bakanı, MSB, bu Moro heyeti geldiğinde onlarla bu İLAGA sorununu görüşselerdi.. İLAGA’ların geçmişine bakın, Türkiye’de koruculuk sisteminin geleceğini okuyun.. Hatta belki, Türkiye bu heyeti tekrar davet ederek ya da uzmanlarını göndererek bu konuyu inceletebilir..
Ben 1970’li yıllarda Moro’yu yazmaya başlamışım. Hatırlarsanız, “Uzakdoğu’da bir Filistin: MORO” diye de bir kitabım var.. Nur Misuari ile de tanışıyordum, Selamet Haşimi ile de, bugünki lider Hacı Murat İbrahim’i de tanıyorum..
Biz kurtulursak, bizim ellerinden tutmamızı bekleyen milyonlarca insan geri bizi bekliyor.. Zaten birileri bu süreci engellemek için Türkiye’yi darbeler ve çetelerle oyalıyor..
Türkiye’deki bütün çalışmalar İslâm ümmetinin dirilişi için, büyük kurtuluş için model oluşturacak.. Birileri bunu gördü. İslâm’ı devre dışı bırakmak değil, içini boşaltmak istiyorlar. Bizi Truva atı gibi kullanmak istiyorlar..
Ergenekon davası ile ilgili olarak üç eski komutanın ifadesinin alınacak olmasını da ekleyin bu gelişmelere fotoğraf daha da netleşir.. “Kim o paşalar” derseniz: Özden Örnek, Aytaç Yalman ve İbrahim Fırtına. Tek başına Özden Örnek bile zaten dananın kuyruğunun kopması için yeter de artar bile..
Bakarsınız Örnek’in ifadesi alındıktan hemen sonra daha kapsamlı yeni bir operasyon başlatılır.
Dikkat ederseniz daha Çevik Bir, Özkasnak, Koman gibi isimlere sıra gelmedi.. Daha Karadayı bile çağrılmadı.. Daha o dönemde Cumhurbaşkanlığı yapan Demirel, Sezer; Başbakanlık yapan, Yılmaz bile çağrılmadı. Çiller’in de her an kapısı çalınabilir..
19 Mayıs öncesi ne olacak bakalım. 17 Mayıs’ta ÇYDD, ADD’ciler Ankara’da toplanacaktı, ama toplanamayacaklar galiba.. Çünki arkalarında kimse kalmadı.. Kendi aralarında görüş birliği yok. Her gün birileri, yeni bir bilgiye ulaşınca çekip gidiyor.. Türkan hanım bile artık yalnız! Herkes kendi gemisini kurtarma sevdasında..
Bana kalırsa Eruygur, Tolon gibi, tepedeki adamları alıp, geri kalanları şartlı olarak serbest bırakmak gerek. Çünki onlar da bu kanlı ve kirli oyunun kurbanı.. Siyaset, iş, Media, Mafia gibi alanlardaki tepedekileri toplamak gerek.. Alttakiler iffeti, vicdanı çalınmış birer biyonik robot. Kimi uyuşturucuya alıştırılmış. Bir kısmı tehdit ve şantaj altında.. Bu alemde işler böyle..
Biz bu haberlerin peşinde koşarken, hayat kendi mecrasında akıp gidiyor. İnsanlar doğuyor, insanlar ölüyor, güller açıyor..
Dün İmam Hatip yıllarında Maraş’ta Fransızca hocam Vahid Orçun vefat etti. İstanbul’da/Fatih’te yaşıyordu. Kendisine Allah (cc)’tan rahmet diliyorum.. İnsanlara dil öğrenmek için koşturup dururdu.. Telaşlı, heyecanlı.. Sevecen.. Milli Gazete’nin kuruluşundaki ilk muhasebecilerinden Kemal Seyithanoğlu da yoğun bakımda..
Selâm ve dua ile.

Abdurrahman Dilipak

Evet Avrupa'dan iyi haberler geliyor ama...

Dünyadaki ekonomiler birkaç kategoriye ayrılıyor.
Birincisi ABD, İngiltere veya İspanya gibi bol ithalat yapıp, bol de tüketen, tasarruf etmeyen ülkeler. Bu ülkelerde kriz ortamında tüketici fren çekti ve bu nedenle toparlanma maliye politikasında dev açık vermek, para politikasında şakır şakır para basmak ve bol kepçe işsizlik ve iflas sonrası acılı gerçekleşecek.
IMF, ABD'nin 2009 yılında eksi 2.8 , 2010 yılında ise 0.0 büyüme yaşayacağını söylüyor.
ABD 2009 ilk çeyreğinde yüzde 6.1 daralırken, tüketim reel yüzde 2.2 arttı. Sanayi üretimi ve sanayi malları için yeni siparişler de arttı. Robert J.Gordon adlı NBER uzmanı ise mayıs son haftaları ile haziran ayının ilk haftaları arasında ABD'nin dibi görüp yukarıya doğru hareketleneceğini söylüyor. Bu tahmin işsizlik sigortası müracaatlerindeki dört haftalık azalmaya dayalı bir tahmin. Ama yukarıya dönmek büyümedeki eksiliğin azalması demek! Biz ABD konusunda iyimseriz, IMF de iyimser, ama aşağıda anlatacağımız gibi OECD daha kötümser!
İngiltere ise ayni tarihlerde eksi 4.1, ve eksi 0.4 değerlerinde daralacak.
İkincisi, diğer tarafta Almanya, Japonya ve Çin gibi hem çok ihraç eden hem de yüksek tasarrufu olan ülkeler var. Bu ülkeler ülkenin üretimine dış talep azaldığından teklemekteler. Bu nedenle Almanya IMF tahminlerinde yüzde 2008 yılında yüzde 5.6 daralacak ve 2010 yılında ise yüzde 1 daralma ile devam edecekti. (Dün aktardık, aslında Almanya'da ihracat geçen ay uzun zamandır ilk defa yüzde 0.7 arttı, kıpırdanma var). Japonya ise eksi yüzde 6.2 gerileyecek, sonraki yıl ise yüzde 0.5 pozitif büyüyecek. Çin ise IMF tahminlerinde 2009 yılında yüzde 6.5 pozitif büyümeye inecek, 2010 yılında da yüzde 7.5 büyümeye yükselecek diye düşünülen bir ülke idi.
Tabii bir de kimseye benzemeyen Türkiye var. Çok ihraç et ama ihraç ettiğinden daha fazla tüket ülkesi! Türkiye ayrı kategoride ve ayrı değerlendirilmek zorunda.
Bu haftaya kadar yapılan tahminler yukarıdaki gibi idi. Ancak dün AB Merkez Bankası Başkanı Trichet, OECD tarafından geliştirilen en son tahminleri gündeme getirdi. Tahminler salı günkü Financial Times gazetesinde manşetten yayınlandı. OECD'ye göre birleşik (çok sayıda değişkenin ağırlıklı ortalaması demek) öncü göstergelerin uzun dönem değeri 100 olarak alınırsa, Çin, 93 değerinde duruyordu ve son mart ayında 0.9 pozitiflik eklemişti. Fransa 97.9 değerinde idi ve mart ayında 1.2 puan pozitiflik eklemişti. İngiltere ise 89.9 değerinde idi ve 0.3 puan artış yapmıştı. Yani OECD tahminlerine göre Fransa, İngiltere, Çin ve hatta 'sürünen' İtalya düşüşü tersine çevirmeyi başarmış dibi görmüşlerdi.
OECD tahminlerinde ise ABD 89.9 değerinde duruyordu ve mart ayında 0.6 puan daha aşağıya inmişti. Yani ABD, OECD'ye göre ve ABD içinde tahmin yapan analistlerin görüşlerinin tersine, henüz dibi görmeye yakın değildi.
Tabii burada vurguladığımız esas konu ülkemizin tüm dünyadan oldukça farklı bir konjonktürde olduğu.
Biliniyor; biz önce ABD toplanır, sonra Avrupa toplanır, sonra da Türkiye toparlanır diyoruz. Ama bu kısa vade toparlanması. Türkiye IMF anlaşmasını imzaladıktan ve 'üç vadede' yeniden büyümeye başladıktan sonra bir kere daha cari denge ve finansman sorunları yaşayacağız.
Bu nedenle ülkemize yeni bir orta ve uzun vade ekonomi vizyonu gerekiyor. İleride şimdi toparlanma için gerekli bütçe açıklarının, sonra yeniden daraltılması da planlanmak zorunda. Bu nedenle ön şart olan IMF anlaşmasını yapıp, sonra da yeni ekonomi yaklaşımı ilkeleri geliştirmemiz gerekiyor. Hem de acilen, çünkü dünya toparlanmaya ve petrol fiyatları yeniden yükselmeye başladı, dün 60 dolar varil başına fiyatına gelindi!

Deniz Gökçe

IMF anlaşması şart mı?

Bu köşenin okurları benim IMF'ye de, yapılacak yeni bir anlaşmaya da nasıl baktığımı öteden beri biliyor olmalı. IMF'ye özel ve ideolojik bir düşmanlığım yok. Tam tersine, IMF-vari bir uluslararası kuruluşa öteden beri ihtiyaç var. Ancak IMF kurulduğundan beri varlık nedenlerine uygun çalışmıyor.

Kabul edelim ki, kuruma daha çok zor durumda fakir-fukara ülkeler başvuruyor. Ancak IMF'nin başı daima ve kesinlikle ABD'li oluyor. "Parayı veren düdüğü çalar" misali IMF ülkelerin durumunu dikkate almıyor. Ülke uzmanları gittikleri ülkeleri bilmiyor. Aslında ellerinde hazır şablonları olduğunda 'yerse de yemese de' diyorlar.

Bir ara MÜSİAD'da IMF programı ile ilgili tartıştığım bir IMF ekibinin direktörü 'Teorik olarak sen haklısın ancak parayı veren IMF böyle düşünmüyor.' demişti. Ben de; 'Haklı görüşlerimiz bile IMF'nin hazır şablonlarını aşamadığı halde sırf dayatma olmadı, program ve paket mutabakatla hazırlandı görüntüsünü vermek için bizi ziyaret ediyorsunuz, yani aslında bu bir istismar.' demiştim. Zaten son zamanlarda artık uğramıyorlar bile.

Bitmedi, IMF gittiği ülkedeki meşruiyetini de ezilmiş ve mağdur durumdaki kesimlerden değil, iletişim kanallarını kontrol eden büyük sermayeden alıyor. Nitekim iki sene önce Merkez Bankası (MB) yönetimine seçilen değerli bir arkadaş, bilim adamı kişiliği nedeniyle sırf geçmişte IMF'yi eleştirdiği için hem kendisi hem de bu atamayı yapan hükümet az kalsın tefe koyulacaktı.

Efendim 'hiç IMF karşıtı görüşler' MB'de temsil edilebilir miymiş! Meğersem ülke kurumları iç ve dış birtakım çıkar koalisyonları arasında bölüşülmüş de haberimiz yokmuş. Bu yüzden birtakım kurumlara halk çocuklarının seçilmesi bazılarını fena halde 'şişiriyor.'

Neticede fonksiyonunu başarı ile yerine getirip ömrü bitmesinden dolayı 2005 yılından beri IMF ile yolları ayırmamız gerektiğini savunuyorum. Ancak, IMF mimarisinin yerine AB odaklı reform ve değişim programının acilen ikame edilmesi gerektiğini de savundum. Bunun için de ikinci nesil reformlar, yargı reformu, kamu personel reformu vs. var. Ancak 2007-2008 dönemini çalıp götüren Ergenekon iradesi bu odaklanmaya izin vermedi.

Son olarak 2008 yılının son çeyreğinde derinleşen küresel krize rağmen de IMF anlaşmasına şiddetle karşı çıktım. Çünkü; o sırada daha ne olduğu anlaşılmadan, ortalık toz duman içindeyken panik oluşturan ve küresel sermaye ile eklemlenen büyük sermaye 'parayı al bana aktar, Anadolu'nun canı cehenneme' demeye getiriyordu. Yerel seçimleri de kalkan olarak kullanıyordu.

Sermaye çevreleri gelen parayı iç etmeyi planlarken, IMF baskısı nedeniyle de malî disiplin adına KOBİ ve esnaf için yapılacak harcamalar da engellenecek, bununla IMF borcu ödenecekti. Sanki krizi çıkaran ya da kısa vadeli borçları yapan hükümetmiş gibi. Böylece 'çil çil dolarlar büyük sermayeye akacaktı.

Kısaca bütün bunlara engel olundu. Reel ekonomi için alınan tedbirler 35 milyar TL'yi aştı. Ancak bu yüzden yılın ilk üç ayında bütçe 20 milyar TL civarında bir açık verdi. Hazine'nin nakit açığı daha da yüksek. Kriz nedeniyle kamunun bu sürece belli bir süre daha devam etmesi gereği de ortada. Bu yüzden yıl sonu bütçe açığı milli gelirin % 5'ini aşacak.

O halde zarurete binaen işleri toparlamak üzere, uygun bir mahiyette olmak üzere IMF ile bir anlaşma yapılabilir. Şöyle ki; ihtiyaçlar kesinleşmiş ve belirginleşmiş, IMF söylemini değiştirmiş, hükümet yapacağını yapmıştır. Bu yolla 20-30 milyar dolarlık bir taze kaynak girerse bütçe ve fon kaynakları üzerindeki baskı azalır. Böylece Hazine geri çekileceğinden içerideki fonlar serbest kalır, bankalar üzerindeki anlamsız baskı azalır, kredi kanalları açılabilir.

İbrahim Öztürk

Büyükanıt'ın şifreleri

Eski Genelkurmay Başkanı, 27 Nisan bildirisini bizzat kendisinin yazdığını açıkladı. Şaşırtıcı. Zira o bildirinin içeriği de, üslubu da, grameri de Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 'Kurmay kültürü'ne uygun değil. Dünkü Hürriyet gazetesinin '27 Nisan Şifreleri' manşeti, bildiri meselesine yeni açılımlar kazandırdı.

Metehan Demir tarafından kaleme alınan manşet haber de gece yarısı bildirisinin bazı ayrıntılarını ortaya koyuyor. İşin doğrusu, bazı bölümlerini hayretle karşıladım. Kamuoyunun da şaşkınlıkla karşılayacağı bazı konular Büyükanıt tarafından vuzuha kavuşturulmazsa bundan TSK'nın da zarar görmesi kaçınılmaz.

Haberdeki iddiaya göre eski Genelkurmay Başkanı, 'Ben yazdım' dediği bildiriye televizyon seyrederken karar vermiş. Aynen şöyle deniyor haberde: 'Genelkurmay'da anormal hiçbir şey yoktu. Her şey saat 21.00 sularında dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt'ın en yakın yardımcılarından birinin telefonunun çalmasıyla başladı. Arayan Yaşar Paşa'ydı. Emir açıktı: 'Bir metin yazdım. Gelip bunu alın. Ben gereken yerlere gereken talimatları veriyorum.' Ve gece yarısı o bildiri yayınlandı.'

Bu kadar basit mi? Yani bir Genelkurmay başkanı, olağanüstü hiçbir durum yokken aklına bir şey gelecek ve muhtıra vermek için kâğıda, kaleme sarılacak ve 'gereken yerlere talimat' verecek. Bu mudur en üst düzey kurmayın demokrasi inancı? Hani kurmay zekâsı? Hani ortak karar alma mekanizması? Hani diğer silah arkadaşlarıyla strateji değerlendirmesi? Böyle şey olur mu?

Dilerim Yaşar Paşa ortaya çıkar ve bu haberi tekzip eder. Zira bu bilgi Türk Silahlı Kuvvetleri gibi 2 bin yılı aşkın bir geleneğin, ortak aklı yok etmesi anlamına geldiği gibi ciddi bir tehlikeyi de işaretliyor. Nedir o tehlike? Bir gün bir başka Genelkurmay başkanı da kafasına estiği gibi bir muhtıra verebilir demek ki! Olur mu böyle şey? Nerede Kara Kuvvetleri, nerede Hava Kuvvetleri... Daha önemlisi, hukuki bakımdan bağlı oldukları kesin olan Başbakan nerede? Siyasi otorite nerede? Bu işin sonu diktatörlüğe giderse bunu kim engelleyecek?

Daha kötüsü de var: Büyükanıt'ın çözülen şifrelerine göre Yaşar Bey, her zamanki sükûnetiyle evine geliyor, televizyonda küçük yaşta çocukların da katıldığı Kutlu Doğum programını seyrediyor ve öfkeye kapılıyor. Şifre çözücülere göre Paşa, Peygamberimiz'in doğum haftası adına düzenlenen programları 23 Nisan kutlamalarına alternatif olarak görüyormuş. Feci bir durum! Korkunç bir yanılgı. Demokrasi ve cumhuriyeti içine sindirmiş ve içselleştirmiş bu halkı neden bu kadar yanlış analiz ederler; anlamak çok zor!

'Peygamber Ocağı' diye bilinen ve şimdiki Genelkurmay Başkanı tarafından övünçle ifade edilen bir kurumun başında görev yapan bir kişi, niçin Kutlu Doğum kutlamalarından bu kadar huzursuz olur? Şifre rivayetçileri diyor ki, Paşa Kutlu Doğum kutlamalarına o kadar kızıyormuş ki bir defasında 'Sesli tepki' verecek şekilde haykırmış ve bunu yakın çevresi de duymuş. Tam bir iletişim kazası. Halk bunları okuyunca 'Ordumuz ile dinimiz arasında bir problem mi var?' diye düşünmez mi? Belki de bu tür bir iletişim kazasını telafi etmek için Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, ordumuzun dine karşı olmadığını söyleme ihtiyacı hissetti. 23 Nisan'ın alternatifi Kutlu Doğum olmadığı gibi Mustafa Kemal'in alternatifi de Hazreti Muhammed değil. Ama şifrelerdeki göndermeler bu tür şüphelere yol açıyor ve bundan TSK zarar görüyor...

Büyükanıt'ın şifreleri bir kez daha ispat etti ki, Türkiye'deki asker-sivil ilişkisi mutlaka normalleşmeli. Gerçek bir demokraside Silahlı Kuvvetler'in başında bulunan bir kişi kafasının estiğine göre iş yapamaz, yetkisini aşarak muhtıra veremez. Başbuğ'un 'vatandaşın vergisi' ve 'halka hizmet için varız' vurgusu yerindedir, doğrudur. Ayrıca bu milletin ordusu bu milletin diniyle kavgalı bir imaj da veremez. Maalesef Büyükanıt'ın şifreleri bu konularda umut vermiyor. Ve bu haliyle ordumuza zarar veriyor...

Ekrem Dumanlı

‘İyi şeyler’ olmasın mı?

İçişleri Bakanı Beşir Atalay, az konuşan bir siyasetçi. O nedenle önceki gün yaptığı şu açıklama üzerinde dikkatle durmak gerekiyor:


‘Bu sorunun çözümü için konjonktür, iç ve dış etkenler, şu anda her zamankinden daha müsaittir. Bunu görüyoruz ve şu anda bu konuda yapılacak çalışmalar büyük destek görmektedir. Devlet bu konuda yekvücuttur, zaten yürüyen ciddi çalışmalar vardır. Hükümet olarak bakanlık olarak ve bu yeni müsteşarlığın görevi olarak Başbakanımızın 2005 Ağustos ayında Diyarbakır’da yaptığı açıklamanın arkasındayız.’

* * *

O günleri kısaca hatırlayalım.

Başbakan Erdoğan, yayınladıkları bildiriyle PKK’ya ‘silah bırakma’ çağrısı yapan bir grup aydını makamında kabul etmişti. Erdoğan burada ‘Kürt sorunu ya da daha pek çok başka sorun, bizim için demokratikleşme sorunudur’ demiş, ardından Diyarbakır’a giderek ‘Kürt sorunu benim sorunum. Bu sorunu daha çok demokratikleşme ile çözeceğiz’ ifadesini kullanmıştı.

Beşir Atalay’ın, 2009’un Mayıs’ında, Başbakan Erdoğan’ın 2005’teki sözlerine atıfta bulunması elbette dikkat çekici. Çünkü o tarihten sonra Erdoğan, bu sözünün arkasında durmamakla, geri adım atmakla ya da sorunun çözümünde başka bir çizgiye kaymakla suçlandı.

Bu arada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün önce Tahran, ardından Prag’ta yaptığı açıklamaları da unutmayalım:

‘Şartlar müsait, fırsatı değerlendirmeliyiz, iyi şeyler olacak.’

* * *

Öte yandan iki muhalefet liderinin bu konuda yaptığı açıklamalar, özellikle de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü hedef alan değerlendirmeler, uzlaşma konusunda iyi sinyaller vermedi.

Özellikle MHP liderinin yaptığı konuşmada hayli ağır suçlamalar yer alıyordu:

‘Hangi rezalete, üzerine basa basa tekrar ediyorum hangi ihanete katkıda bulunmamız için bizden servis yapmamız istenmektedir’ sözünün, Türkiye’nin en ciddi sorununda tüm kapıları kapatan bir yaklaşımın ifadesi olduğunu söylersek, herhalde yanlış olmaz.

İki muhalefet liderinin tavrı da, bilgi sahibi olmamanın getirdiği tepkinin çok ötesinde.

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin sözlerinde dikkat çeken, ‘rol paylaşımı’ üzerinde biraz durmak gerekiyor.

Bahçeli’nin söylediği şu:

Acaba ortada bir plan var da, bu plan üzerinde Cumhurbaşkanı ve Başbakan ayrı roller mi üstleniyor? Böylece birisi daha önde duruyor, öteki daha geri planda, Bahçeli’nin ifadesiyle ‘sutre gerisinde’ mi kalıyor?

* * *

Oysa meselenin çok daha çıplak bir yanı var.

Devlet içinde uyum sorununun, en azından yakın geçmişe göre aşıldığı, hükümet, ordu ve cumhurbaşkanlığı ekseninde görüşbirliğinin sağlandığı bir dönemdeyiz. Zaten bu tablo Milli Güvenlik Kurulu toplantılarına da yansıyor.

Eğer iki muhalefet partisinin çözümle ilgili çaba sarf etmeden gösterdiği tepkiyi saymazsak, esasen iç kamuoyunda ‘iyi şeyler’ zaten oluyor. Böyle bir mutabakatı her zaman yakalamak mümkün olmuyor.

Burada kurumların geçmişleri, sahip oldukları refleksler, değişebilme yetenekleri, o an sahip oldukları yöneticiler gibi faktörler, elbette bazı farklılıklar ortaya çıkarabilir.

Aynı şekilde Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında üsluplarından kaynaklanan farklılıklar da olabilir.

Ancak sorunun çözümü konusunda bir ortak iradeden, arayıştan söz etmek mümkün. Onun için ‘iyi şeyler’ parantezinde bit yeniği aramanın kimseye bir faydası yok.

Kimin elinde bir yol haritası var, kimin projesi etrafında tüm bunlar konuşuluyor soruları elbette önemli.

Ama hepsinden önemlisi, sorunun çözümü konusunda ortaya çıkan irade. Buna odaklanmak daha doğru bir yaklaşım olabilir.

Nasuhi Güngör

PKK’sız ‘Yeni Bölge Düzeni’

Kandil Dağı’ndaki PKK liderinin ‘Devlet af çıkarsın, dağdaki yedi bin kişi silahını bıraksın’ çağrısı yaptığı dönemde devletin de bu meselenin çözümü için adım atmaya hazırlandığı haberi bir heyecan dalgasına yol açtı.

Toplumun bir kesimi ‘Kürt sorunu çözülüyor mu?’ diye heyecan duyarken bir başka kesim ‘PKK tasfiye edilecek mi’ sorusunun cevabını merak ediyor.

Aslında her iki sorunun cevabı da aynı yerde: Devletin politikalarında yaşanan değişimde. Bu değişim sanıldığı gibi AK Parti iktidarıyla başlamış değil. Ama bu dönemde hız kazandığı muhakkak.

AK Parti iktidarının birinci döneminde başlattığı adımları ikinci döneminde nihayete ulaştırmak isteyeceğini düşünmeliyiz. Ne var ki bütün bunların bir devlet politikası çerçevesi içinde yürütülmekte olduğunu unutmadan. Nispeten yavaş ilerlemesi de bununla ilgili olmalı.

* * *

Kürt sorunu çözülecek mi? Kürtler arasındaki ayrılıkçı eğilimlerin bütünüyle ortadan kaldırılmasının bir yolu yok. Etnik milliyetçilik modern dünyanın gerçeklerinden biri çünkü. Ama Kürtlerin çoğunun bu eğilimde olmadığı; ortak kültürün ve tarihin getirdiği kardeşlik bağını yeniden güçlendirmenin mümkün olduğu da bir gerçek. Dolayısıyla kardeşlik duygusunun ve birlik iradesinin süreç sonunda galip geleceğini ümit edebiliriz. Ama yaraların kolayca kabuk bağlayacağını düşünmek de safdillik olur. Uzunca bir yara sarma (veya isterseniz nekahet) dönemi bekliyor olacak süreç sonrasında bizi.

* * *

Peki PKK tasfiye edilecek mi? PKK’nın tasfiyesinin kısa zamanda gerçekleşmesini beklemek doğru olmasa da, Türkiye’nin geleceğinde bu örgütün yerinin olmadığı anlaşılıyor.

PKK’nın varlığı bir yönüyle uluslar arası dengelerin gereğiydi. Veya Türkiye’nin o dengeler içinde oynadığı rolün. Bu bakımdan PKK’nın tasfiyesini Türkiye’nin bu bölgede üstlenmesi beklenen yeni rolle ilgili olarak düşünmek de lazım. En başta da ‘petrol ve doğalgaz terminali’ rolü açısından.

Hatırlarsanız, Batı dünyası için PKK’nın tasfiyesi ihtiyacı ilk olarak Bakü-Ceyhan boru hattının inşası sürecinde gündeme gelmişti. Örgütün eylem alanı boru hattının güzergáhıyla çakıştığı için, enerji koridorunun güvenliği konusu PKK’yı Kuzey Irak denklemi içine hapseden süreci başlatmış oldu. Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi de aynı sürecin aşamalarından biriydi.

(Öteki taraftan, Bakü-Ceyhan projesini kendisine yönelik bir tehdit olarak algılayan Rusya’nın PKK’ya arka çıkması da şaşırtıcı değildi.)

Bugünkü konjonktürde de PKK’nın tasfiyesi ve hatta Kürt meselesinin hal yoluna girmesi Türkiye’nin bu bölgede kendisinden beklenen rolü oynayabilmesi için gerekli görülüyor.

Washington’daki yeni yönetimin Türkiye’nin jeopolitik değerini güçlü vurgularla gündeme getirmesi; bu çerçevede Obama’nın kıta dışında ilk ülke ziyareti için Türkiye’yi seçmesi bir şeylerin habercisi: Washington’un bu dönemde Ankara’ya daha önce olmadığı kadar ihtiyacı var. Bunun için hem PKK’nın Türkiye için bir ayak bağı olmaktan çıkması arzu ediliyor, hem de Irak’ta bir denge kurulmaya çalışılırken PKK’nın ve dolayısıyla Türkiye’nin bu dengeye müdahil olmasının yolu kapansın isteniyor.

Yeni bir ‘bölge düzeni’ oluşuyor. O düzenin sürdürülebilir olması Türkiye’ye bağlı. Dolayısıyla burada Türkiye’yi rahatsız edecek bir yapının mevcudiyetine izin verileceği düşünülemez.

Örgüt hálihazırda homojen bir yapıda ve tek bir gücün kontrolünde olmadığı için, daha da önemlisi Kürt ayrılıkçı hareketinin toplumsal tabanı da mevcut olduğu için PKK’yı bir hamlede tasfiye etmenin imkánı yok. O yüzden silahlı kanadın dağdan inmesi teşvik edilirken aynı anda toplumsal tabanın çözülmesi için güçlü adımlar atılması gerekiyor.

Ancak yeni bölge düzeninde PKK’ya yer olmadığı çok açık.

İbrahim Kiras