7 Mart 2009 Cumartesi

PKK'nın tasfiyesi-2 (ilk yazıyla birlikte değerlendirin; listede göreceksiniz)

"... Neden PKK ile birlikte bir çözüm değil de, PKK'nın tasfiye edilmesini istiyorsunuz?" diye soruyordu son yazımda alıntı yaptığım okur mektubu...

Cevaba buradan başlayalım.

Çünkü "PKK ile birlikte" çözümün mümkün olmadığını düşünüyorum. Silahlı bir örgüt bir ülkenin ordusuna pusu kurarken, karakollarını basarken, ne devletin ne de toplumun çoğunluğunun barışı konuşmak istemeyeceğini bildiğim için PKK'nın tasfiyesini istiyorum.

Okurumun temel yanılgısı PKK'nın tasfiyesiyle Kürt siyasi hareketinin ya da Kürt kimliğinin tasfiyesini aynı şey gibi görmesi. "Kürt sorununun şimdiye kadar çözülmemesinin nedenlerinden birisi, devletin Kürtlüğü tasfiye düşüncesidir. Evet, eğer insanlar, halklar, topluluklar ve politikacılar birbirlerini tasfiye etme yerine birbirlerini kabul ederek, birlikte yaşamayı becerebilselerdi, bugün insanlık kan deryasında yüzmezdi" cümlesini başka nasıl yorumlayabiliriz?

İnsanların, halkların, toplulukların ve politikacıların birbirini tasfiye etmesiyle bir devletin silahlı bir örgütü tasfiye etmeye çalışması aynı şey midir?

"PKK olmadığı zaman da Kürt sorunu çözülmemişti, olduğu zaman da... Demek ki sorun PKK'nın olup olması değil, esas sorun zihniyettir. Zihniyet değişirse sorun da çözülür, hem de PKK ile birlikte." diyor okurum.

Evet, doğru. PKK olmadığı zaman da Kürt sorunu çözülmemişti. Olduğu zaman da... Şimdi PKK ortada kalkarsa yine Kürt sorunu çözülmüş olmayacak. Ama çözülmesi için bir imkan doğacak. PKK'nın varlığının sürekli engellediği bir imkan...

PKK'nın tasfiyesi silah bırakması demektir. Öyle geçici ateşkes filan değil; şiddet kullanmaktan temelli vazgeçmesi. Hayal kurmayalım, hiçbir devlet yasa dışı bir silahlı güç yedekte bekletilirken, silah tehdidi altında "barış"ı konuşamaz.

Silahlar bırakıldıktan sonra siyaset arenasında yerini alacak olan Kürt siyasi hareketi içinde muhtemeldir ki geçmişte PKK'lı olan birçok insan bulunacaktır. Hatta bu kişiler PKK'nın öteden beri savunduğu kimi siyasi projeleri de savunacaktır. Ama bu hiçbir şeyi değiştirmez; bu durum "PKK'nın siyasallaşması" anlamına gelmez. Çünkü PKK'yı PKK yapan şey savunduğu fikirler değil, hedefine ulaşmak için seçtiği yoldur; yani şiddettir. PKK'nın temel karakteristiği budur. Şiddet ortadan kalktığında PKK da ortadan kalkmış, yeni bir durum doğmuştur. Bu yeni durumda aynı fikirlerle karşı karşıya kaldığımızda siyasetin aşırılıkları törpüleyici, uzlaştırıcı, sorun çözücü gücüne güvenmek gerekir.

X x x

Şu anda öyle bir noktadayız ki, "buraya nasıl geldik" sorusunun cevabında yoğunlaşmak kendimizi çıkmaza sokmaktan başka bir işe yaramaz.

Barış masasına oturulduğunda, muhtemeldir ki, bazılarımız 1980'lerde devletin Kürt halkına silaha sarılmaktan başka yol bırakamadığına, dolayısıyla PKK'nın mücadelesinin meşru ve faydalı olduğuna; bazılarımız ise silaha sarılmanın baştan itibaren yanlış olduğuna, Kürt hareketi bütün zorluklarına rağmen sabırla demokratik mücadele yöntemlerine bağlı kalsaydı daha doğru olacağına inanmaya devam ediyor olacağız. Ve yine muhtemeldir ki, bu görüş farklılıkları geleceğe de yansıyacak; 25 yıllık bu zaman diliminin farklı farklı tarihleri yazılacak ilerde.

Yazılsın varsın... Gelecek kuşaklar bu farklı tarihleri okuyup üzerinde düşünsün, tartışsın...

Ama biz bugün bunu yapmayalım. Bugün, geçmişin hesaplaşmasını bir yana bırakıp, birleştiğimiz noktada odaklanalım.

Birleştiğimiz nokta şudur: Artık hepimiz bu savaşın bir galibi olamayacağının farkındayız, hepimiz barış istiyoruz. Ve bu barış için her iki tarafın da yapması gereken şeyleri biliyoruz.

PKK silah bırakmadan, devlet de kapsamlı bir affı gündeme getirmeden ve bunlar eşzamanlı bir biçimde planlanmadan şiddeti durdurmanın mümkün olmadığı görülüyor. Dolayısıyla, savaşın bitmesini isteyen herkesin, kendi kamuoyunu atılacak bu adımlara psikolojik olarak hazırlamaya gayret etmesi gerekir.

Kürtler PKK'nın tasfiyesini içine sindirmek zorunda.

Türkler de affı...

Biliyorum, bu yazıyı okuyanların birçoğu dahil milyonlarca insan suç varsa cezasının da olması gerektiğini, PKK'lıların affının adil olmadığını düşünüyor.

Terörü halka karşı işlenen bir suç olarak gören biri olarak, ben de kendi payıma, devletin bireylere karşı işlenen bir suçu affetmesine karşıyım. Ayrıca afların hukuk devletini zedelediğine ve adaletsizlik yarattığına da inanırım.

Ama bazen, barışın adaletten daha önemli olduğu tarihi anlar vardır. Eğer savaş ancak bu yolla bitirilebilecekse; daha fazla insan ölmemesi ancak böyle mümkünse adaletsizliği bir ölçüde sineye çekebileceğimiz anlar...

İşte biz şu anda öyle bir andayız.

Bunca ölümün katılaştırdığı yüreklerimizi yumuşatmanın zamanıdır. Karşılıklı hınçlarımızı, öfkelerimizi, intikam duygularımızı, zihnimize yer eden kırmızı çizgilerimizi, "asla"larımızı "ilelebet"lerimizi bir tarafa bırakıp hayata bir şans versek diyorum.

Bütün söylediğim de bu aslında...

Gülay Göktürk - 06.03.2009

Darfur'un Gazze'den farkı ne?

Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin (UCM) Sudan lideri Ömer el Beşir hakkındaki tutuklama kararına Ankara'nın verdiği tepki, bazılarına göre çifte standart. Nasıl olur da Gazze'de İsrail'e meydan okuyan Türkiye, Darfur'da Sudan yönetiminin yanında yer alır?

Uzaktan bakınca mantıklı gibi görünen bir yaklaşım bu. BM'ye göre 300 bin kişinin öldüğü, 2 milyondan fazla insanın evsiz kaldığı Darfur'da yaşananlar elbette kabul edilemez. Uluslararası toplumun duyarlılık göstermesi de çok yerinde.

Gazze kadar gündemde olmasa da resmi ve sivil Türkiye, Darfur için duyarlılık sergiliyor. Erdoğan, Sudan ziyaretinde Darfur'u ihmal etmemiş; bölgedeki drama bizzat tanıklık etmişti. TİKA bölgede önemli yardım faaliyetlerinde bulunuyor. Kimse Yok mu Derneği, Orhaniye adında bir kasaba kuruyor. Gönüllü Türk doktorlar, hastalara hizmet vermek için seferber. İHH ve diğer yardım kuruluşları da bölgede aktif. Kısaca, kimse Türkiye'nin Darfur'un acısını paylaşmadığını söyleyemez.

Türkiye'nin Darfur krizinde, İslamcı bir hassasiyetle Sudan'dan yana tavır aldığı temelsiz bir iddia. Zira, bu çatışmanın tüm tarafları Müslüman. Asırlardır göçmen kabilelerle yerleşik kabileler arasında süren çatışmaların bir devamı bu. Bugünün dünden farkı ise galiba Afrika üzerindeki yeni güç mücadelesinde saklı.

Sudan yönetiminin Arap; Darfur'da mağdur olanların ise Afrikalı olduğu, dolayısıyla bunun bir Arap-Afrikalı çatışması olduğu söylenebilir. Ama bu durumda, 22 üyeli Arap Ligi'nin de 53 üyeli Afrika Birliği'nin de Beşir aleyhindeki karara karşı olduğu gerçeği nasıl görmezden gelinebilir? Buna bir de 57 üyeli İslam Konferansı Teşkilatı'nın da karara itiraz ettiği eklenince, ortaya çıkan tabloya biraz şüpheyle bakmak gerekmez mi?

Türkiye'nin çelişkisi olsa bile asıl büyük çelişki, Darfur için blok olarak ayağa kalkan Batı'nın Gazze'deki katliamı seyretmesi değil mi? Malumunuz, Sudan gibi İsrail de UCM'nin yetkisini tanımayan ülkelerden biri. Ve normalde bu mahkemenin Sudan üzerinde yargı yetkisi yok. Bunu sağlamak için UCM'nin dayandığı Roma Statüsü'ndeki bir istisnayı devreye sokmak gerekiyordu. Ve Beşir hakkındaki yargı süreci, BM Güvenlik Konseyi kararıyla başlatıldı. İslam dünyasının UCM'nin kararına ikna olması için Gazze konusunda da aynı yöntem izlenerek, İsrail Başbakanı Ehud Olmert'in de bu mahkemeye sevk edilmesi gerekmez mi?

Halbuki kendi kurumlarının bile saldırıya uğramasına rağmen BM, Gazze'de bir kınama kararı bile alamadı. Basit bir ateşkes çağrısı bile günler sonra geldi. BM'nin açıkladığı bilançoyu hatırlayalım: İsrail'in 22 gün süren Gazze saldırılarında, 437'si çocuk, 110'u kadın 123'ü yaşlı erkek, 14'ü tıp görevlisi, 4'ü gazeteci toplam 1.330 Filistinli öldü. Yaralanan 5.450 kişiden 1.890'ı çocuktu...

Üstelik Gazze'de yaşanan, bir devletin ambargo altındaki bir halka çocuk-kadın ayrımı yapmadan gerçekleştirdiği bir saldırı idi. Darfur'daki ise Sudan yönetiminin kabileler arasındaki çatışmada oynadığı dolaylı rolle ilgili. Hartum, bölgedeki vahşetin Cancavid denen milislerin eseri olduğunu iddia ediyor. Merkezden çok uzakta ve Türkiye büyüklüğündeki Darfur'daki otorite eksikliğini kabul ediyor. Suçlamalar ise milisleri bizzat Beşir'in yönlendirdiği şeklinde.

Darfur'a gidenlerin gözlemleri de olayla ilgili şüpheleri artırıyor. Kimse Yok mu'nun bölgedeki faaliyetlerine katılan Abdurrahman Sanlı bunlardan biri. Hadisenin bazı güçlerce tahrik edildiğini düşünen Sanlı, Turuncu dergisine verdiği röportajda, Darfur ile Güneydoğu arasında paralellik kurarak şöyle diyor: "Darfur'da halkı korkutmak için planlı bir çalışma yapıldığı, görüştüğümüz bölge insanının ısrarla vurguladığı bir konuydu. Anlatılan bir olay çok tanıdıktı. Halkın daha da korkması için köy sakinlerini meydana toplayan asiler, herkesi kurşuna dizdikten sonra bir kişiyi canlı bırakıyor. Amaç, dehşetin her yere aktarılmasını sağlamak."

Bu önemli kuşku ve çelişkilerin yanı sıra Asya, Afrika ve Ortadoğu'nun tavrı ortada iken, Batı'nın tavrını hiç şüphe etmeden mutlak doğru kabul etmek ne kadar doğru? Yetkililerin söylediğine göre, hem Hartum hem Darfur, Osmanlı geçmişimiz nedeniyle Türkiye'ye güven duyuyor. Benzer şekilde Batı'da ve İslam dünyasında güçlü bağlara sahip Türkiye'ye bu konuda taraf olma dışında bir rol düşüyor. Aksi bir siyasetin bedelini merak edenler, 1960'larda Cezayir'in bağımsızlığı konusunda Türkiye'nin Batı ile hareket etmesinin sonuçlarına bakabilir.
ABDÜLHAMİT BİLİCİ

‘Grand Bargain’

Grand Bargain... Bu iki İngilizce sözcükten ‘Grand’ büyük demek; ama ulu ya da yüce anlamında büyük. ‘Bargain’ ise pazarlık. Ancak, siyasi terminolojide ‘Grand Bargain’ sözcükleri kullanıldığında, bu, büyük tarihi anlam taşıyan ‘Büyük Uzlaşma’ anlamını ifade ediyor.
Amerika ile İran arasında, özellike Barack Hussein Obama’nın Amerikan Başkanı seçilmesiyle ve başta Ortadoğu, tüm dünyada yepyeni bir Amerikan açılımı beklentisinin ortaya çıktığı dönemde, gerekliliği hatta zorunluluğu vurgulanan bir amaç ‘Grand Bargain’.
Amerika ile İran arasında ne olması, neye ulaşılması gerekiyor sorusunu ortaya attığınız anda, adeta bir ‘konsensüs’ halinde gelen cevap ‘Grand Bargain’.
Washington ile Tahran arasında bir ‘Grand Bargain’ sağlanıp sağlanamaması, Türkiye dahil, birçok ülkenin ve başta Ortadoğu, yerkürenin birçok sorunlu bölgesinin geleceğini şekillendirecek, kaderini belirleyecek ölçüde önemli sayılıyor.
Alçakgönüllülükten saparak, kendi payıma, oldum olası, Amerika ile İran arasında ‘Grand Bargain’ gereğine inanmış ve bunu savunmuş birisi olarak, bugün gelinen nokta beni de özellikle -özellikle entelektüel planda da- yakından ilgilendiriyor.
Bundan iki yıl önce Henry Kissinger ile İstanbul’da konuşurken, konu İran’a geldiğinde, ‘ABD’nin İran’la gerçekleştirmesi gereken, sizin 1972 yılında ABD ile Çin arasında gerçekleştirdiğiniz türden ve boyutta bir ilişki kurmak olmalı’ demiştim. İtiraz etmemişti. Onayladığını belirten bir şey de söylememekle birlikte, ‘Grand Bargain’ fikrine pek de
uzak durmamıştı.
Hillary Rodham Clinton, şu aşamada ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Tahran’a yapacağı ziyaretin birkaç gün öncesinde Türkiye’ye ‘Grand Bargain’ın ipuçlarını bagajında getiriyor mu?
Türkiye, Bayan Clinton’a İran ile ‘Grand Bargain’ gereğini ve buna yönelmeleri halinde Türkiye’nin oynayabileceği ‘olumlu rol’ün ipuçlarını sunacak mı?
Daha o noktaya varmadık galiba; çok da uzağında sayılmayız...
***
Amerika-İran ilişkilerini ve bölgeyi yakından izleyen ya da bilen gözlemcilerin ve doğrudan aktörlerin üzerinde ittifak ettikleri bir husus var: Tarafların birbirlerine karşı duydukları
derin güvensizlik.
Bunu gidermek için İran’da görev yapan bir AB ülkesi büyükelçisi, dün, “Bu güvensizliğin ancak zaman içinde ve adım adım diplomasiyle giderilebileceğini” söyleyerek ‘Grand Bargain’in gerçekçi olmayacağını söyledi.
Tahran Üniversitesi profesörlerinden, hiçbir görüşü paylaşmadığı Ahmedinejad’ın mahalle, çocukluk ve sınıf arkadaşı olan, benim de eski dostum Nasır Hadian, ‘Ben devrimci değilim ama Amerika-İran ilişkilerine devrimci adım gerek. İlişkileri birden ‘Grand Bargain’ şeklinde başlatırsanız, bir yol alabiliriz. İleriye giden yol, ‘Grand Bargain’dan geçiyor’ dedi.
‘Grand Bargain’, işe İran yönünden bakıldığında ‘Rehber’ ya da ‘Dini Lider’ sıfatıyla rejimin bir numaralı yetki koltuğunda oturan Ayetullah Hamenei’nin söyleyeceği son söze bağlı ve Hamenei, İran’da Amerikalılardan en fazla kuşku duyanların başında geliyor.
‘Hamanei faktörü’ göz ardı edilerek, ‘Grand Bargain’ın İran yönünden yürürlüğe girmesinin şansı pek yok.
Peki ‘Grand Bargain’ neyi kapsıyor? Hamanei, eğer Amerikalılar da istediği
takdirde ‘Grand Bargain’a nasıl ‘peki’ diyebilir?
Bu noktada yine adeta ‘oybirliği’yle gelen soru ‘Endgame nedir?’ Yani, bir de ‘endgame’ kavramıyla yüz yüze geliyoruz. Hamanei’nin ‘endgame’i görmesi ve buna ikna olması gerekiyor.
‘Endgame’, amaç ya da işin gelip varacağı ‘nihai durak’. İranlılar, özellikle Hamanei açısından ‘endgame’, ABD’nin kesin olarak ve sağlam güvencelerle İran’daki İslam Cumhuriyeti’ni yıkmayı, bir başka deyimle ‘rejim değişikliği’ aramadığını ortaya koyması gerekiyor.
Başka bir anlamda, İran’a mevcut rejimiyle ‘meşruiyet kazandırmayı’ kabullenmesi.
‘Grand Bargain’ orada da bitmiyor. ABD’nin Afganistan başlayarak Körfez ve tüm Ortadoğu’yu içine alan bölgede İran’ın bir ‘bölgesel güç’ olduğunu ve onun ile, onun bu sıfatı ve özelliğiyle bölgede bir ‘güç paylaşımı’nı görüşmeyi içine sindirmesi de gerekiyor.
İran’ın ‘nükleer programı’ sorunu, bu genel ve büyük fotoğrafın içinde görülmeden,
tek başına ele alınarak anlaşılmaz ve çözülemez.
Bu arada, Hillary Clinton’un Afganistan için bir uluslararası konferans önerisini ve burada İran’ın da burada yer almasının istendiğini duyurması, ‘Grand Bargain’ yönünde yol alınacağına ilişkin heyecan yarattı.
Gidişat o yönde mi gerçekten?
***
Bir yandan da, Hillary’nin son Ortadoğu turunda İran’a karşı bir ‘Yahudi-Sünni ittifakı’ oluşturmaya çalıştığı izlenimleri ve en azından spekülasyonları var. Kamuoyuna yansımamakla birlikte, İsrail yetkililerine alışılmadık bir uyarıcı dille konuştuğunu ve “Sizi, Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye ile aynı gemide görmek istiyoruz” diye konuştuğunu öğrendik.
Bir başka deyimle, Amerika, İsrail’e ‘Başımı gereksiz yere ağrıtma’ uyarısını yapıyor ve daha geniş bir ‘stratejik pencere’den bakarak, İsrail ile bölgenin Türkiye de dahil- Sünni çoğunluklu ülkelerinin beraberliğini görmek istiyor.
Kime karşı?
Kestirme cevap, tabii ki, İran. Bu ise ABD’nin bugüne dek denenmiş ve sonuç vermemiş olan İran’a karşı ‘containment’ yani ‘çevreleme’ politikasına devam edeceğine işaret eder. ‘Containment’ politikası, ‘selective engagement’ denilen belirli ve sınırlı konularda İran’ı dahil eden bir ilişkiye eklenerek sürdürülebiliyor.
‘Containment’+’Selective Engagement’=İran’a karşı bugüne dek izlenen ve izlenmeye devam edilmek istenen ABD politikası.
‘Selective engagement’ın yerini ‘comprehensive engagement’ın yani ‘kapsamlı ilişki’nin alması gerekiyor. Bir başka deyimle ‘Grand Bargain.’
Türkiye, Hillary Clinton ile konuşmadan ve Abdullah Gül, İran’a gitmeden önce bütün
bu konularda kendi yaklaşımını net hale getirmiş, ‘stratejik’ anlamda ne istediğini, ne istemediğini nedenleriyle birlikte kendisine tanımlamış ve dış politikasını ‘yeni dönem’de kavramsallaştırmış mıdır?
Öyle olduğu umulur.
Zira, dönem, istense de istenmese de, ne kadar ayak sürünse de, ‘Grand Bargain’ gerektiren bir dönem.

Cengiz Çandar

Demokrasiyi önce kurtarıcılardan kurtarmak gerek

İddia ediyorum demokrasi en çok zararı demokrasiyi dillerinden düşürmeyenlerin söz ve davranışlarından görüyor. Demokrasiyi; bir takım sanal tehlikelerden korumak iddiasıyla ortalıkta dolaşan bazı tiplerin tasallutundan kurtarmadan sağlıklı bir yapıya kavuşması mümkün değil. Ülkeyi de, demokrasiyi de kurtarıcıların elinden kurtarmadan işlerin yoluna girmesi mümkün görünmüyor. Çünkü, belli bir anlayışın sahipleri demokrasiyi kendilerine göre tarif ediyor, yorumluyor ve herkesin de buna uymasını istiyorlar. Bir bakıma ülkede tek tip insan, tek tip anlayışı hakim kılmaya çalışıyorlar. Demokrasiyi de bu anlayışlarının hakim kılınmasının bir vasıtası olarak görüyorlar. Eğer demokrasi bunların anlayışına göre gelişmez, millet bunların anlayışına prim vermeyecek olursa hemen yaygarayı kopartıyorlar, "Demokrasinin geleceğinden endişe ederiz" diye.

Halbuki demokrasinin geleceği için endişe duymaya gerek yok. Gerekli olan sadece millet iradesine saygılı olmayı öğrenebilmek.

CHP'nin Ankara Yenimahalle Belediye Başkan Adayı Fethi Yaşar'ın bir gazetenin dünkü Ankara ekinde yer alan açıklaması bu yöndeki düşüncelerimi bir kez daha pekiştirdi. Yaşar, açıklamasında yüzde 47 oyun AKP'yi şımarttığını belirterek, "Bu ülkenin aydınlık insanlarının sandıkta bunlara 'Dur' deme zamanı geldi. AKP eğer geçen seçimler kadar oy alırsa, 29 Mart'tan sonra Türkiye'deki demokrasinin geleceğinden endişe ederim" demiş. Şu iki cümle içinde öylesine terslikler var ki, bir defa "Bu ülkenin aydınlık insanlarının sandıkta AKP'ye ders vereceğini" söylemek suretiyle söz konusu partiye oy verenleri doğrudan karanlık olarak nitelendiriyor. Bir baş
ka deyişle Sayın Yaşar'a göre AKP ve AKP'ye oy verenler karanlığı temsil ediyor, CHP'ye oy verenler aydınlığı. Böyle bir anlayış ile demokrasinin bağdaşması, bir arada bulunması mümkün olabilir mi? Bu anlayış doğrudan demokrasinin bir kenara itilmesi sonucunu doğurmaz mı?

Bu arada AKP'nin bu seçimlerde de geçen seçimlerdeki kadar oy almasından demokrasinin tehlikeye düşeceği soncunu çıkarmak ve bundan endişe duymak seçmenin iradesine saygısızlık değil mi? Saygı duyulması gereken seçmen iradesi sadece CHP'ye oy verenler mi oluyor?

Söylenecek pek çok söz var. Ancak, bu zihniyetin 50-60 yıldır hiç değişmediğini belirtmek isterim. Bu öyle bir zihniyet ki demokrasiyi korumak adına darbelere bile destek olabilmiştir. 27 Mayıs 1960 darbesi öncesi günleri hatırlıyorum. "Eğer o yıllarda CHP ve tabanı Demokrat Parti'ye düşmanlığını darbeye destek verme noktasına taşımamış olsaydı acaba darbe olabilir miydi?" diye hep düşünmüşümdür.

Demek istediğim o ki, ülkemizde öyle bir zihniyet var ki bunlar seçimi sadece kendilerinin sandıktan çıkması olarak düşünüyorlar. Eğer kendileri çıkmıyorsa ülke karanlığa sürüklenmektedir. Millet yanlış yapmıştır, bu yanlışın düzeltilmesi gerekir! Bir başka deyişle sadece kendileri aydınlığın temsilcisi, kendilerinin dışında kalan partiler karanlıktan yanalar. Halbuki böyle bir yaklaşımın karanlık olmakla milleti suçlamak anlamına geldiğini düşünseler, hem milletin karşısına çıkıp kendilerine oy isteyip hem de oy verecek olanları karanlık kafalı olmakla suçlamanın mantıki bir izahı olamayacağını anlayacaklar. Millete karşı mücadele ederek, millet suçlanarak, hatta aşağılanarak demokratik mekanizmanın işlemesi mümkün olabilir mi?

Maksadımın AKP'yi savunmak olmadığını bilmem hatırlatmaya gerek var mı? Bugün AKP'den rahatsız olan zihniyet dün de Millî Görüş partilerinden rahatsızdı. O zaman da rejimin ve demokrasinin tehlikede olduğunu tekrarlayıp duruyor, zinde güçleri harekete geçmeye çağırıyorlardı. Neticede adına Postmodern denen bir darbe gerçekleşti. Milletin oyları ile oluşan Meclis aritmetiği alt-üst edildi. Kısacası millet iradesi rafa kaldırıldı. O gün bu gelişmeler karşısında seslerini çıkarmayanlar bugün de yine seçim sonuçlarına göre demokrasinin kurtulacağı ya da tehlikeye gireceğini ileri sürüyorlar. Bir bakıma 'demokrasi demek CHP demek!' anlayışını dayatıyorlar. Halbuki demokrasi ile dayatma yan yana getirilemez. Demokrasinin olduğu yerde dayatma, dayatmanın olduğu yerde demokrasi olmaz.


Abdülkadir Özkan

Nasihatler vasiyet gibidir

Allah (c.c.) bizi birbirlerimize dinde kardeş kıldı. Kardeşlerin birbirlerine vazifelerinden bir de yeri, zamanı ve zemini müsait ve münasip olduğunda nasihat etmektir.

Sen, benim ifade ettiklerimi muhtemelen bilirsin. Ancak sana hatırlatacaklarım var.

"Nasihata karnım tok" deme. Herkesin buna ihtiyacı vardır. Hatırlasana, Hz. Âdem (a.s.) cennette yasak meyveyi yemeden kendisine bunun yasaklandığını hatırlatan birisi olsaydı netice ne olurdu; hele bir muhakeme et bakalım.

Kardeşim, sözüm sanadır. Buna göz ve kulak ver. Diyeceklerime idrakini aç:

• Allah'a kul, Rasûlüne hayırlı Ümmet ol.

• İbadetlerini ihmal etme.

• Sünnetleri hakkıyla yaşa. Çünkü sünnetsiz Müslüman olmaz.

• Günümüzde sünnete savaş açan "modern haydut"lara asla itibar etme.

• İtikadı sağlam, ilmi olan, ameli de itikatına ve ilmine uygun olan bir zâtı kendine müşavir edin. Dini ve dünyevi müşkilatının hâl yolunu ona sor. Direktifleri doğrultusunda hareket et. İstişareni onunla yap. İstişareden sonra kararını ver. Rüyanı bile sâdece ona anlat. Yorumunu da ondan iste. Onun sohbetlerini takip et, nasihatlerini dikkate al.

• Uyunması mekruh olan vakitlerde sakın uyuyayım deme. Bunun Peygamberimizin direktifi olduğunu bil. Uymazsan bedeli ağır olur.

• Arkadaşlarını, komşularını, akrabalarını ve dost çevrelerini seçerken dikkatli ol. Bunlar cehenneme sürükleyenlerden olmasınlar.

• Haram yeme, içme, giyme, görme, duyma, hiçbir harama dalma. Çünkü haram ateştir. Kendini yakma.

• "Aç kalırım" diye korkma. Ölüm gelmeden Allah (c.c.) rızkı kesmez. Sebeplerine sarıl, helâl yoldan rızkını temin et.

• Sabırlı olmak Allah'ın emridir, sabrına mukayyed ol.

• Negatif enerji veren insan ve mekânlardan uzak kalmaya dikkat et.

• İsteklerini kısa ve öz dile getir.

• Yapamayacağın ya da yapmak istemediğin taleplere "hayır" de. Kimseye ümit verme.

• Mutlu edemeyeceğin kimselere enerjini harcama.

• Çalışma dengeni iyi ayarla, dâima plânlı ol.

• Gerçek dostlara, kendine, ailene ve aile efradına zaman ayırmayı ihmal etme.

• İşlerinde orta yolu tut.

• İltifatta ileri gitme.

• Sakalınla oynama. Yüzün ile de oynama.

• Yüzüğünle meşgul olma.

• Dişlerini ellemekten, parmağını burnuna sokmaktan, fazla tükürmekten, fazla el hareketleri yapmaktan, insanların arasında burnunu temizlemekten sakın.

• Sözün düzenli olsun. Kendini beğeniyormuş hissini verme.

• Yaptıklarından, yapacaklarından fazla söz etme.

• Kimseye "ne kadar paran var?" "ne kadar kazanıyorsun?", "aylığın yıllığın nedir?" gibi sorular sorma. Bunlar çok ayıptır. Eskiler böyle sözleri hakaret kabul ederlermiş. Bunu alışkanlık yapanlar sonunda madara olurlarmış.

• Mazluma yardım et. Zayıfa destek ol.

• Saltanata, şaşaaya düşkün kişilerle arkadaşlık etme.

• Giyim, kuşamda ileri gitme, pespaye de olma.

• İhtiyaçlar üzerinde fazla durma.

• Birini, zulüm yapmak için teşhir etme.

• Aileni ve çocuklarını mala ve paraya boğma. Böyle olursan gözlerinde basit görülürsün, rızalarını da asla kazanamazsın. Bunun dozajını iyi ayarla.

• İyi gün dostundan sakın, o en büyük düşmandır.

• Malını şerefinden üstün tutma.

• Selâmı dilinden düşürme.

Bütün bunları sana nasihat ve vasiyet olarak emanet ediyorum. Sen de etrafına duyur.

Allah (c.c.) yardımcın, Peygamber (s.a.v.) şefaatçın olsun...


Mevlüt Özcan

Üstad Bediuzzaman Said Nursî’nin mirası…

Kendisiyle yapılan son söyleşilerden birinde Said Nursî'nin verdiği cevaplarda şu hususlar öne çıkar:

İslâm'a en büyük tehlike içerden geliyor...

"Bana ızdırab veren, yalnız İslâm'ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi. Onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse iman kalesi tehlikededir; işte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!

Ümitli olmak zor...

"Evet, büsbütün ümidsiz değilim. Ama bu husustaki ızdırabımı da giderecek umumî bir iman inkişafı göremiyorum. Dünya büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâûn felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, batıl formülleriyle mi?

Risale-i Nur'u anlamıyorlar...

"Risale-i Nur'u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolâstik bataklığı içine saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben bütün müsbet ilimlerle, asrı hazır fen ve felsefesiyle de meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben cemiyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur'an'ın tesis ettiği tevhid ve iman asası üzerinde işliyorum. Ki İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün cemiyet yoktur.

"... Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar görüşler bunlar...

En büyük zulümlere maruz kaldım, defalarca zehirlendim...

"Beni nefsini kurtarmağı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Doksan küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harb'lerde bir cani gibi muamele gördüm. Bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarda zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.

"Benim fıtratım zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i îslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tenezzül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar yahut idam sehpasına götürür. Hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm..."

Bediuzzaman Said Nursî merhumun yukarıdaki söylediklerine katılmamak mümkün değil. Onun mücadelesi harlı bir eylem içeren fikir ve düşünce mücadelesiydi. O bu mücadelesinden zerre kadar taviz vermedi. Kendisinin de belirttiği gibi zulmün her çeşidini gördü. O yılmadan, duraksamadan bu onurlu mücadelesini sürdürdü. Hem de en mütevazı bir şekilde yaşayarak, şandan, şöhretten kaçarak.

Üstad 1960 yılının baharında son nefesini verirken geriye bıraktığı mal varlığı düşündürücü. Düşündürücü çünkü alınması gereken dersler var. Mal varlığı açısından geriye bıraktığı şeylerin listesi şöyle:

"Bir sepet içinde 2 mendil, 1 çift çorap, 2 don, 2 fanila, 1 cübbe, 1 entari, 7,5 lira, 1 seccade, 1 ibrik, 1 saat, 1 takke, 1 abaniye..."

İşte Üstad'ın tüm eşyası ve mal varlığı bunlar...

Kendisine teklif edilen son görevleri kabul etmeyen Üstad'ın 1925'ten itibaren hapis yılları başlar. O ise mahpus hücrelerinde durmadan yazar. Hem de "eskimez yazıyla". Dolayısıyla vefat ettiğinde yukarıda saydığımız mal varlığının yanına bir de kaleme alıp, meccanen dağıttığı külliyatını da eklemek gerekir.

Üstad, bütün bunların dışında yukarıda dine düşman mahfilleri kastederek "Beni anlamıyorlar" şeklinde haklı bir şikâyette bulunsa da, bugün yalnız onu dine mugayir olanlar değil, dindar geçinenler de anlamıyorlar. Ya da anlamak istememekte direniyorlar. Bugün Bediuzzaman istismarı da maalesef prim yapıyor... O yüzden yapılması gereken Bediuzzaman'ın şahsı pragmatizme tahvil edilmek yerine, eserleri tekrar tekrar okunup anlaşılmalıdır...

Fahri Güven

GM batarken Obama'nın saçlarına altı haftada ak düştü...

Biri Amerikalı diğeri Rus iki general, 2'nci Dünya Savaşı'nda Hitler Almanyası'nı nasıl yendiklerini ve kendi ordularının zaferlerini konuşuyorlarmış.
Amerikan generali, Rusya kışının işgalci orduları perişan ettiğini hem Napolyon'un hem de Hitler'in hezimetlerini hatırlatarak vurgulamış.
Rus meslektaşını şöyle iğnelemiş:
- Sizin General Ocak'ınızla General Şubat'ınızı bana verin, dünyadaki bütün orduları yenerim.
Rus gülmüş:
- Amerika'nın General Motors'u ile General Electric'ini siz bize verseniz, biz de dünyayı yenerdik.
General Motors yöneticilerinin Amerikan yönetimine "Bize yine parasal destek vermezseniz iflas ederiz" diye uyarıda bulunduklarını duyunca, yukarıdaki fıkrayı hatırlatmak şart oldu.
Hani bir Temel fıkrası vardır ya...
Temel bankaya girip, veznenin önünde durmuş.
Cebinden bir tabanca çıkartıp, kendi başına dayamış.
Parmağını tetiğe koyup veznedarı tehdit etmiş,
- Kasadaki bütün paraları hemen bana vermezsen rehineyi vuracağım, demiş.

Pan American da yok
General Motors'un durumu da biraz Temelce değil mi?
Cadillac, Chevrolet, Pontiac artık üretilmezse, sanki insanlık yaya mı kalır ki?
Honda, Hyundai, Mercedes, BMW, Subaru, Volvo, Audi, Volkswagen ve diğer markalı otomobillere de kıran mı girer General Motors batarsa?
Bizim kuşak kendimizi bildik bileli "Amerika Birleşik Devletleri" ile "Pan American" havacılık şirketi özdeştiler.
New York'ta Madison Avenu'den yürüyünce, sonunda mutlaka Pan Am gökdeleni ile karşılaşırdınız.
Şimdi Pan Am da yok, o gökdelenin üzerinde ise bir sigorta şirketinin adı yazılı.
Amerikan yolcularını da eskiden olmayan yahut isimleri bilinmeyen havacılık şirketlerinin uçakları taşıyor.
Yani şirketlerin yok olmaları veya markaların buharlaşmaları ile dünya değişmiyor. Onların ürettikleri malları başkaları üretiyor, verdikleri hizmeti başkaları veriyor.

ABD batmasın da
Hep söylenir ya...
- İflası olmayan kapitalizm cehennemi olmayan Katoliklik gibidir.
Ayrıca şu anda sorun General Motors'un iflasla karşılaşmasından daha ötedeki noktalarda.
Haberleri okumadınızsa hatırlatalım:
- Göreve geleli sadece 45 gün olan yeni ABD Başkanı Barack Obama'nın saçlarına ak düştüğü Amerikan basınının gözünden kaçmadı. New York Times ile Washington Post'ta "önce'' ve "sonra"ya ait fotoğraflar yayımlandı ve 47 yaşındaki Obama'nın saçlarının ne kadar çabuk beyazlaşmaya başladığına dikkat çekildi. Washington Post'ta "2007'de başkanlığa aday olduğunu ilan etmesinden beri Barack Obama'nın siyah saçları giderek beyazlaştı'' ifadesi kullanılırken, "Düşüşe geçmiş'' bir ekonomi ile "İki savaşı yönetmenin", genç başkanın saçlarını altı haftada beyazlattığı ifade edildi.

Mehmet Barlas

'İstemezseniz de büyük güç olacaksınız'

Yazının başlığına çıkardığım sözleri "dünyaca ünlü stratejist" olarak takdim edilen George Friedman, geçenlerde İstanbul'da verdiği konferansta sarf etmiş.

"Yeni dünya düzeni ve yeni dönemde Türkiye'nin ekonomik ve politik konumu" konulu bu konferans pek çok açıdan üzerinde düşünülmeyi hak ediyor.

Bir kere her şeyden önce, Türkiye'de büyük çoğunluğunu bu ülkeden insanların oluşturduğu bir topluluk karşısında nasıl olup da "İstemezseniz de büyük güç olacaksınız" gibi laflar edilebildiği üzerinde düşünmek gerekiyor. Adamın biri karşısına aldığı bu topluluğa "güney petrolleri"nden bahisle "Güneye gitmek için ekonomik ve siyasi nedenleriniz var. Bu sefer bölge zaten sizin arka bahçeniz. Türkiye hükümetinin politikası nedir bilemem, ama siz güneye gideceksiniz çünkü buna mecbursunuz" türünden laflar edebiliyor.

Karşısındaki topluluğu ve de dışarıdaki toplumu son derece aşağılayan bir "yol haritası" ile karşı karşıya olduğumuz muhakkak. Tamam, bu lafları eden konferansçının aklının köşesinde vardır bir takım niyetler-beklentiler; ama insaf, "jeo-stratejist"liğin saygısızlığın ve kafasızlığın bu kadarına tahammülü var mıdır?

Neler demiyor ki Friedman? Hem de öngörülerinin üzerine "mal bulmuş" gibi atlayanları birkaç boy daha şişirerek.

"Burada mantık herkesin önce kendini kurtarması. Türkiye için de aynı şey söz konusu. (…) Avuçta ulus devlet kaldı bir tek çözüm olarak."

Bu lafları eden kişinin "ulus-devlet"e yabancı bir ülkeden geldiğini unutmayın…

"Ben Türkiye'nin son 5 yılda ekonomideki değişimine bakınca, AB'ye üye olsaydı bu kadar başarılı olacağını düşünmüyorum. Bütün bunların sonunda AB'ye üye olmak istemenin faydasının ne olacağını çok net göremiyorum."

Görüyorsunuz; "AB'nin mahzurları" konusunda fikir beyan etmeyen bir o kalmıştı, sonunda o da tamam oldu…

"(Türkiye) Avrupa ülkeleriyle kıyas bile kabul etmez. Bankacılık sisteminiz güçlü. Siz krizden daha güçlü çıkacaksınız. Halen çok büyük bir askeri gücünüz var."

Hakkını yemeyelim, "ünlü stratejist"in son tespiti yerinde doğrusu. Ama ya "krizden daha güçlü çıkacağımız" öngörüsü? Bizimle dalga mı geçiyor nedir?

"Siz bu bölgeyi şekillendirebilecek ama bunu istemeyen bir güçsünüz. Ama artık bu Türkiye'nin direnebileceğinin ötesine geçmiş durumda."

Demek öyle, demek artık mesele "direnemeyeceğimiz" bir noktaya geldi. Madem o kadar ısrar ediyorsunuz, bölgeyi "şekillendirelim" bari…

Friedman buna niçin "mecbur olduğumuzu" Osmanlıyı hatırlatarak temellendirmeye çalışıyor: "Söylediklerimin çoğunu Osmanlı İmparatorluğundan hareketle söyledim. Türkiye her yöne genişliyor ve etrafında çok zayıf güçler var. (…) En büyük paradoks, bu güce inanmakta en çok zorlananlar Türklerin kendileri."

Neler diyor bu adam, "ser-hôş" mudur nedir? Durduk yerde bu Osmanlı aşkı, bu garip "paradoks"lar da nereden çıktı şimdi?

Konferansçının sadece Türkiye değil, dünya ve Avrupa'nın geleceğine ilişkin öngörüleri de çok tuhaf. Şu öngörüye bakın mesela: "Güney Kore gibi ABD'nin stratejik ortağı olan Polonya, Fransa ve Almanya'nın dinamizmini kaybettiği Avrupa'da ortaya çıkacak yeni güç olacak." (Dünyanın gelecekteki yeni hâkimlerinin hep "ABD'nin stratejik ortakları" arasından çıkması dikkatinizden kaçmıyordur.)

Konferansçıya önerim en yakın zamanda Varşova'da da bir konferans ayarlayıp bu öngörüsünü Polonyalılara da aktarması. Mutlaka onların içinden de bu hayale bayılacaklar çıkacaktır.

Daha fazla vaktinizi almayayım. Ama bitirmeden, Akif Emre'nin konuya ilişkin yayımladığı "Ismarlama Osmanlı haritası" başlıklı yazısından (5 Mart) şu güzel satırları almayı da ihmal etmeyelim:

"Bir yanda anlamından boşaltılmış bir Osmanlıcılık piyasaya sürülürken diğer tarafta yeni haritalar gösteriliyor. Türkiye'yi parçalayan haritalardan felaket tellallığı yapanlar bu kez Osmanlı haritasının başına geçip 'fetih düşü' kuruyorlar."

Yazarımızın şu önemli tespitini de unutmayalım:

"Özellikle muhafazakar ve İslamcı geçmişleriyle bilinen kesimin bu sahte gerçekliğe ram olma riski çok yüksek."

Yazarımız inşallah yanılıyordur. Çünkü bu "sahte gerçekliğe ram olabilen" bir toplum bırakın "tarih bilinci"ni, her şeyden önce "gerçeklik ilkesi"ni yitirmiş demektir.

Kürşat Bumin

6 Mart 2009 Cuma

Yesinler sizin kararınızı yesinler!..

Lahey'deki Uluslararası Ceza Mahkemesi Sudan Devlet Başkanı Ömer el Beşir hakkında Darfur olayları sebebiyle tutuklama kararı vermiş. Kararın gerekçesi ise "Cinayet, yok etme, zoraki göç, işkence, sivil halka doğrudan saldırmak ve yağmacılık". Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin Sözcüsü Laurence Blairon ise Darfur'da yaşananları "Devletin en üst düzey kademlerinin organize ettiği planın sonucu" olarak nitelendiriyor.

Bu noktada ister istemez insanın aklına ABD'nin Irak ve Afganistan'da yaptıkları, İsrail'in Gazze katliamı geliyor ve "Irak ve Afganistan'da Amerika'nın işlediği cinayetler, Gazze'de yaşananlar karşısında aynı mahkeme niçin harekete geçmez?" sorusu cevapsız kalıyor. Elbette bir de uluslararası tüm kurumlarda yaşanan çite standart... Müslümanlara yönelik cinayetleri görmeyenlerin her fırsatta Müslümanlara karşı harekete geçmeleri.

Bu çifte standart Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konsey'inden başlıyor tüm uluslararası mahkemeler ve diğer örgütlere kadar yansıyor... Artık herkes görüyor ve biliyor ki uluslararası örgütler ABD ve Siyonizm'in kontrolü altında. Onlar ne isterse onu yapıyor, ona karar veriyorlar... Söz konusu kararlar ABD ve İsrail'in istemediği kararlar olduğunda hemen bir veto devreye giriyor ve bu kararların uygulama imkanı ortadan kalkıyor. Bir diğer ifade ile alınmamış sayılıyor.

Meseleye bu açıdan bakıldığında Lahey'deki mahkemenin aldığı karar istediği kadar doğru gerekçelere dayandırılsın anlamsızlıktan kurtulamıyor. Çünkü, bu kararın adil olabilmesi dünyanın her köşesindeki benzer olaylar karşısında söz konusu uluslararası mahkemelerden benzer karar çıkmıyor. Bir taraf 23 günde bin 300 insanı katlediyor, 7 binini yaralıyor, sakat bırakıyor ve 300 bin kişi evsiz kalırken bu saldırı kendini savunma olarak kabul ediliyor ve sesleri çıkmıyorsa Sudan Devlet Başkanı Beşir hakkında böyle bir karar almalarının bırakın adaletle bağdaşmasını ciddi bulmak bile mümkün değildir. Zaten Sudan Devlet Başkanı Beşir de kararın açıklanmasının ardından "Tutuklama emrini yesinler. Yazmak için kullandıkları mürekkebe değmez" şeklinde bir açıklama yaparak olayın ciddiyetsizliğine ve tarafgirliğine vurgu yapmıştır.

Bu noktada yıllardan beri bir arada barış içinde yaşayan insanların ne olduda birden bire ayaklandıklar ve olayın bir iç savaşa dönüştüğü üzerinde nedense kimse durmuyor... Sadece Darfur'da değil Güney Sudan'da yaşanan çatışmaların arkasında da kimlerin olduğu sorgulanmıyor... Çünkü, gerek Güney Sudan gerek Darfur'da yaşanan çatışmaların arkasında başta Dünya Kiliseler Birliği olmak üzere ABD ve İsrail ile diğer Batılı ülkelerin bulunduğunu herkes biliyor ama nedense gündeme getirilmiyor.

Bu arada bugün hakkında Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin tutuklama kararı verdiği Sudan Devlet Başkanı Beşir'in 1973'deki İsrail-Arap Savaşı'ında Mısır güçleri içinde İsrail'e karşı savaşmış olmasının mahkemeyi bu yönde karar almaya iten başlıca sebeplerden birisi olup olmadığını da değerlendirmek gerekiyor. Meseleye bu açılardan bakmadan alınmış bir kararı değerlendirmeye kalkmak doğru sonuçlara ulaştırmaz. Hatta Dünya Siyonizmi'ni anlamak mümkün olmaz.

Bu karar nasıl bir sonuç doğurur sorusu bu noktada ayrıca önem taşıyor.

Sudan Uluslararası Ceza Mahkemesi'ni tanımadığı için Başkan el Beşir'in tutuklanabilmesi için bu mahkemeyi tanıyan ülkelerden birisine gitmesi gerekiyor. Söz konusu mahkemeyi tanıyan ülke sayısı 108 olduğu düşünülürse bu ülkelerden birisinin hava sahasına girmesi durumunda tutuklama gündeme gelebilecek. Bu noktada Türkiye'nin durumu oldukça kritik. Çünkü, Türkiye adı geçen mahkemeyi tanıyan anlaşmanın altına imza atan ülkelerden birisi. Kısa bir süre önce ülkemize gelen Beşir bundan sonra tekrar gelecek olursa Türkiye ne yapacaktır? Ya bir daha Beşir'in ülkemize gelmesi engellenecek, gelirse altına imza attığı anlaşmaya rağmen tutuklama yoluna gitmeyecek ya da tutuklayıp elleriyle mahkemeye teslim edecektir.

Böyle bir durumda Türkiye, ABD, İsrail ve diğer Batlı ülkelerin takdirini kazanmasına yol açabilir ama tüm İslam dünyasının tepkisini de çekebilir... Bir bakıma Davos ruhu ölecektir. Meseleye bu açıdan bakıldığında Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin kararı Beşir'den, çok mahkemeyi tanıyan Müslüman ülkelerin başını ağrıtacaktır.

Abdülkadir Özkan

Yaşamak direnmektir, direnmek yaşamak

"Alkatraz Kuşçusu" filmini seyretmeyen yok gibidir. Özellikle 50 yaşın üstündeki sinemaseverler bu enfes filmi mutlak seyretmişlerdir. Seyretmeyenlerin ise kulağına mutlaka bu filmle ilgili bir sözcük, diyalog, anekdot takılmıştır. Yaşanmış bir olaydan yola çıkılarak beyazperdeye aktarılan bu hikaye, meşhur bir hapishanede geçer.

Robert Stroud adlı mahkum işlediği bir suçtan dolayı, ömür boyu hapse mahkum edilir. Cezasını çekmesi için "Alcatraz" hapishanesine gönderilen Stroud burada ne ile karşılaşacağını bilmemektedir. Bilinen bir şey varsa o da bu hapishanenin kötü ünüdür. San Francisco körfezinde bulunan "Alcatraz Adası"n da bulunan bu hapishaneden kaçmak neredeyse imkansız gibidir.

Dünyanın en iyi korunan hapishanelerinden biri olan Alcatraz'da türlü işkence ve şiddete maruz kalan Stroud'un hayatı, hücresine düşen yaralı bir kuşla değişir. Yaralı kuşu besleyerek hayata tutunmaya çalışan Stroud, zamanla kuşlar konusunda uzmanlaşır.

1962 yılında sinemaseverlerle buluşan film temelde özgürlük için verilen mücadelenin ve katlanılan acıların kutsallığını anlatır. Baskının ve zulmün karşısında direnmenin insanı nasıl büyütüp olgunlaştırdığını aktaran film, bu yönüyle dünya sinemasında yeni bir zihinsel alan açmıştır.

Filmin yönetmeni J.Frankenheimer'ın 1964'te bir gazeteye yazdığı bir yazıda: "Her yeni projeye farklı bir mücadele alanı gibi yaklaşılmalı" diyordu.(1) İşte bu bakış açısı haklı olarak Frankenheimer'ı zirveye taşıdı.

Hangi işle uğraşırsa uğraşsın bütün herkesin bu bakış açıyla hareket ettiği düşünülürse, yüzyıllardır yaşadığımız sorunların kendiliğinden çözüleceğini düşünüyorum. "Alcatraz Kuşçusu" bir sinema eseri olarak "direnç gülü" olmayı başarmıştır. 1960'lı yıllarda tüm dünyada yaşanan darbeler, gözaltılar, işkenceler ve müebbet hapisler düşünüldüğünde filmin yeri daha da belirginleşmektedir. Bu minvalde André Gide' "Dar kapı" (2) adlı romanı da yaşadığı acıyla olgunlaşan, ve hayatı sorgulayan bir insanı konu alır.

Romanda geçen: "Yalnız yürümek için yeterince güçlü değil misin. Hepimiz Tanrıya tek başımıza ulaşabiliriz." diyaloğu hâlâ hatırımdadır.

Aramak, bulmak, istemek, yaşamak, mücadele etmek, direnmek, başarmak, insanı var eden eylemlerdir. André Gide "Dar kapı'da yüreğine hangi sevgiyi koyacağına karar veremeyen karakterler üzerinden, okuyucuya derinlikli bir sorgulama alanı da açar.

İnsan varlığının anlamına kendisini sorgulayarak ulaşır. Bu süreç her insanda farklı şekillerde başlar. Vesileler çeşitlidir. Bu vesileler biraz da insanın kendisi ile yaşadığı çelişkilerde gizlidir.

Hepimizin hayatında dar kapılar ve kalıplar var. Her geçen dakika etrafımız çok daha fazla sorun ve sorumlulukla işgal ediliyor. Aradığımız şeyin mutluluk olduğunu inkar etmeye gerek yok. Parayla, şöhretle, makamla, mevki ile yakalanılmayan mutluluğu nasıl yakalayacağız o zaman.

Mutluluk çoğu zaman, "Dirençle" gelir. Direnmek insanı diri tutar Zindeleştirir, atıl olmaktan kurtarır. Bu tespitten sonra soracağınız soruyu tahmin ediyorum. 22. yüzyıla doğru ilerlerken, neye ve kime karşı direneceğiz? Haksızlığa, yoksulluğa eşitsizliğe, adaletsizliğe, adam kayırmacılığa, ve her sekiz dakikada, bir kadının fuhuşa sürüklendiği dünya da, neye direneceğiz gafletine düşmeden direnmek.

Yaşamak direnmektir, direnmek yaşamaktır özünde.

Gökşen Göksal

Cehalet ve ihtiras

Taha Akyol, önceki gün Milliyet'teki köşesinde Karadayı'nın mektubunu yayımladı. Eski Genelkurmay Başkanı, 28 Şubat sürecinde işten atılan gazeteciler konusunda kendini savunuyor.

Hikâye şöyle: Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir, gazete patronları Aydın Doğan ve Dinç Bilgin'i Genelkurmay'a davet ediyor ve "Komutan adına" diyerek (Karadayı adına konuşarak) bazı gazetecilerin işine son verilmesini istiyor. O zaman Sabah'ın patronu olan Dinç Bilgin emre uyarak, Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar ve Mehmet Altan'ın işine son veriyor. Taha Akyol, Aydın Doğan'ın direndiğini belirtiyor. Doğan Grubu'ndan atılması istenen gazeteciler arasında ise Yalçın Doğan, Umur Talu ve hikâyeyi nakleden Taha Akyol bulunuyor. Karadayı, mektubunda özet olarak "ben böyle bir emri vermedim" diyerek kendini savunuyor ve faturayı Çevik Bir'e çıkartıyor.

Aydın Doğan'ın daveti üzerine Çevik Bir, işten çıkartılmasını istediği gazetecilerin de katıldığı bir toplantıya geliyor. Taha Akyol tarih ve sosyolojiye hakkıyla vakıf bir entelektüel. Üstelik aydın cesaretine de sahip. Çevik Bir'in sığ bir mekanik materyalizm kokan "28 Şubat'ın irtica teorisi"ni anlatması üzerine şu soruyu soruyor: "Niye Türk toplumunun geleneklerine bu kadar karşı çıkıyorsunuz? Bunun için Türkiye'de çok değerli sosyologlar var. Niye onlara danışmıyorsunuz?" Cevap, 28 Şubat'ın düşünce dünyasını özetliyor: "Eğer sosyologlara danışırsak bu konudaki kararlılığımız dağılır".

Fikrin olmadığı "kararlılık" ancak faşizmde bulunur. O dönemde İstanbul'un dağına-taşına yazdırılan "Orduya sadakat şerefimizdir" sözünün, Alman Nazilerinin mottosu olması, bu yüzden tesadüf değil. Bu "fikirsiz kararlılık"ın uzantısı, yine bu meşhur komutanın kaleminden çıkan ve 28 Şubat'a damgasını vuran "Batı Harekât Konsepti" başlıklı metinde var. Belge'nin "İrticaî faaliyetlerin yakın gelecekteki durumuna dair değerlendirme" ana başlığının altında, ilk iki sırada yer alan "Gelir dağılımı dengesizliğinden kaynaklanan tehdit", "İşsizlikten kaynaklanan tehdit" alt başlıklarından sonra üçüncü sıradaki başlık aynen şöyledir: "Türk milletinin dinine, örf ve âdetlerine bağlılığından kaynaklanan tehdit." Bu "tehdit" artık sözün bittiği yer olmalı. Geriye sadece, meşhur fıkrada olduğu üzere, beyin ameliyatı için hastaneye yatan, beyni çıkartıldıktan sonra paşalık rütbesine yükseldiğini öğrenince hemen üniformasını isteyen askerin, alelacele hastaneden çıkarken kendisini "beyniniz burada kaldı" diye ikaz eden doktorlara verdiği cevabı hatırlatmak kalıyor. Küçük hikâyemize geri dönelim. Karadayı'nın savunmasında özrün kabahati geçtiği bir ayrıntı saklı. Komutan adına gazete patronlarına talimatlar veren, gazeteci-aydınların kariyeri ve istikbali ile oynayan bir İkinci Başkanı'nın var olduğu bir orduda esaslı bir sorun var demektir. Aynı ordunun, sanık ifadelerinde tahrifatlar yaparak "istenmeyen gazetecileri" andıçlamasını da hatırlayalım. Üstelik bütün bu tasarruflarda 28 Şubat'ın varlık sebebi olan "irtica"nın esamisi bile yok. Peki ne var?

Keyfilik, zorbalık ve cehalet var. Karadayı'nın ses kaydı, sıradan bir güç teşhirciliğini ve kabalığı sergiliyor. Eskilerin tabiri ile malayanîlik egemen bu konuşmaya. Sahip olduğu gücü kişisel bir tatmin aracı olarak görüyor. II. Başkan'ın söz konusu teşebbüsleri de öyle. Bu gazeteciler neden istenmiyor? Hiçbirinin 28 Şubat'ın gerekçeleri ile ilgisi yok. Bütünüyle kişisel bir hesap dışında, bu gazetecilere yönelik husumetin arkasında başka bir gerekçe bulmak mümkün mü? Sadece cahillere özgü bir ihtiras. Çıkartılacak tek sonuç var: Güç insanı cahil bırakıyor.

Askerî darbe ve müdahaleleri, demokrasiye verdikleri zarardan önce, cahil ve muhterislerin keyfiliğine ve zorbalığına fırsat hazırladığı için mahkum etmeliyiz. Karşımızda bir ehliyet sorunu var. Cahillikten beslenen keyfilik ve zorbalığın verdiği zararı, bu ülkeye başka kim verebilir?

Sonuç için basit bir ölçü var: 28 Şubat'ın cahil zorbaları bugün sokağa çıkamıyor. Sadece rezaletleriyle gündeme geliyorlar. O zorbalığın kurbanı olan gazeteciler ise, hâlâ köşelerinde saltanat sürüyorlar.
MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE

Evet, Türkiye krizden güçlü çıkacak

İş Yatırım'ın düzenlediği bir toplantıda tanınmış Amerikalı uluslararası ilişkiler uzmanı George Friedman, dünyadaki gelişmelerin Türkiye'yi süper güç olmaya ittiğini söyledi. Friedman'a göre, ülkemiz askerî ve ekonomik güç olarak 'süper' sıfatına layık.
Ülkelerin dünyadaki konumunu irdelerken, unutmamamız gereken husus, gelişmişlik, gelişmemişlik, süper güç, bölgesel güç vs. gibi durumların tamamen göreceli kavramlar olduğudur. Buna rağmen, Türk basını, krizle ilgili değerlendirmeleri, Başbakan'ın "kriz bizi teğet geçecek" lafını tekzip etme gayretine indirgedi ve bu kısır döngüden bir türlü çıkamıyor. Friedman ise görecelik meselesini çok iyi bildiğinden, Türkiye'nin krizden güçlenmiş olarak çıkacağını, kendinden son derecede emin bir şekilde ortaya koyuyor. En başından beri biz de aynı görüşte ısrar ettiğimize göre, şimdi bunu bir kez daha kanıtlamaya çalışalım.

Türkiye'nin en büyük projesi Avrupa Birliği tam üyeliği, en büyük handikabı ise Birlik'e hâlâ tam üye sıfatıyla dahil olamayışıdır. Ancak global kriz, bu örgütün bir birlik olmaktan henüz çok uzakta bulunduğunu gösterdi. Bu arada, yeni üyeler tam üyelik için gösterdikleri aşırı gayret ve verdikleri tavizlerden dolayı pişmanlıklarını dile getirmeye başladılar. Şahsen AB'nin ülkemiz için önem ve yararına hâlâ inanmaktayız. Ama Birlik'in Türkiye'ye karşı eskisi kadar kaprisli davranamayacağı kesin. Hükümetimizin, AB'nin aşırı isteklerine karşı, son dönemlerde üyelik müzakerelerini ağırdan almasının ülke yararı açısından ne kadar isabetli olduğu şimdi belli oldu. Şayet, hükümet, Birlik'in haksız isteklerine direnemeyip olmadık şartları kabul etseydi, şimdi bundan hepimiz üzüntü duyacaktık. Rahatça diyebiliriz ki, AB müzakerelerinde Türkiye'nin eli kriz öncesine göre çok kuvvetlenmiştir.

Bundan böyle, en büyük uluslararası şirketler listesinde Türk firmalarının bulunmayışına üzülmemize gerek yok. Bu tür şirketlere sahip olmayışımız bizim için kayıp değil, kazanç. İşte, ezelden beri millet olarak hep gıpta edegeldiğimiz şirketler sapır sapır dökülüyor. Mesela, efsanevi GE (General Electric), GM (General Motors) ve Ford, borçlarını ödeyemiyor ve hisse senediyle takas etmek istiyor. Bu kuruluşların üç A notu yakında düşeceğinden, yatırımcılar şimdi, korku içinde 'en az zararla bu işin altından nasıl kalkarız'ın hesabını yapıyorlar. BP (British Petroleum), kamuoyunu tatmin etmek için yönetim kurulu başkan ve üyelerini değiştireceğini vaat etti. Bizim kendi otomobilimiz yok, başkalarına yedek parça yapıyoruz diyerek üzülürdük. Bugün Avrupa'nın belli başlı oto yapımcılarının yakında iflas etmesi bekleniyor.

Bizde ABD ve Avrupa'da olduğu gibi büyük, başarılı yöneticiler yok der ve bunu onlardan geri kalmamızın nedenlerinden birisi olarak değerlendirirdik. Özendiğimiz Batılı idareciler şimdi tam bir zillet içinde. ABD ve İngiltere, yöneticilere ödenecek ikramiye ve primlere devlet eliyle sınır getirdi. Çok sayıda uluslararası şirket yöneticisi, savcılar tarafından sorguya çekiliyor.

ABD ve Avrupa'da bir sürü uluslararası çapta bankanın iflasına ilaveten, ciddi surette sarsılmayan tek bir büyük banka kalmadı. Türkiye'de hiçbir bankanın batmayacağını rahatça söyleyebiliyoruz.

İsviçre, zenginlere kaynak sormaksızın sırdaş hesaplar açarak ekonomisini fazlaca fedakarlık yapmadan geliştirmiş bir ülke. Ancak, bazı iktisatçıların Türkiye için hararetle önerdiği off-shore bankacılığın, dolayısıyla İsviçre'nin şansı döndü. ABD adli makamları karşısında direnemeyen İsviçre bankaları, müşterileriyle ilgili her bilgiyi artık emniyet mercileriyle paylaşıyor.

Bütçe açıkları konusunda da komplekse kapılmamıza gerek yok. ABD ve büyük Avrupa ülkeleri, önümüzdeki birkaç yıl için denk bütçeyi unutmuş durumdalar. Her devlet, global krizin etkisini azaltmak için piyasaya para yağdırıyor ve bütçe açığını dert etmiyor.

Batılı ekonomistler devrin artık tarım devri olduğunu ilan ediyor. Geniş, mümbit toprakları ve eşsiz bitki örtüsü zenginliğiyle Türkiye'nin tarımda büyük bir avantaja sahip bulunduğu tartışılmaz.

Evet, Türkiye krizden güçlü çıkacaktır. Aksini söyleyenler de kendi tezlerini nedenleriyle ortaya koymalıdır.

Sami Uslu

Encümen-i Mahfiş toplantısından notlar...(Tavsiye edilir)

Arkadaşlar malûm toplantılarımız dinleniyor. Artık çok tedbirli olacağız. Bilhassa isimlerde lâkap kullanacağız. Kimin ne olduğu belli olmasın.-Tamam paşam.

Bak şimdi ben ne diyorum, siz ne diyorsunuz? Paşam yok, ağa diyeceksiniz. Hem köyde toplandığımızı zannederler. Zıııt Erenköy...

-Metrobüs, Erenköy'e kadar geliyor mu ağam?

Konuyu dağıtmayalım. Bizi köşeye fena sıkıştırdılar. Yarma harekâtı yapmamız lazım. Sıyrılmamız lazım. Fikri olan var mı?

-Ağam, ben o küçücüğü tanımam deyin, "adam mı ulan o" gibi bir şey deyin.

Sen uyuyon herhalde. Onu dedik ya. Ağzımızın payını da aldık. O fikir hanginize aitti dümbükler? Adamı bunak yerine koyuyorsunuz. "Başına saksı mı düştü, seninle iki yıl çalışmadık mı?" diyor.

-Ağam, ben yapmadım, görmedim, duymadım deyin. Bu yaşta yalan mı söyleyeceğim deyin. Hepsini o Atletik Yek yaptı deyin.

İşte ben fikir diye buna derim. Evet, o yaptı. Ben dedim ki ona, öğle istirahatına çekiliyorum, bak bi yanlışın olmasın. Ben öyle dememişim. Adam gazete patronlarıyla bitişik odada yemek yemiş. Asarım, keserim... Şu yazarların işine son vereceksiniz, bizim adamları öne çıkaracaksınız, manşetlerde etli harf kullanılmayacak, tek satırı da geçmeyecek demiş... Bize, çölleri aşan, düz ovada coşan, köylere muhtar, salatası ekşi, solculuğu özköklü, saçları da kırca olanlar lazım demiş... Bana bakın, takarım ulan süngünün ucuna, ikinizi de matbaa matbaa dolaştırırım demiş.

-Tamam işte ağam bunları anlatın. Sincapların ortasından tankerleri de o yürüttü, bankalardan paraları da o yürüttü deyin. Dur durak bilmiyor, bal kaymak demiyordu, deyin.

Bak bunu hatırlattığın iyi oldu. Oldu da Mutlu onbaşı ile Çilli bacı için söylediklerim de internet panayırına düşmüş. Orada nasıl şapacaz?

-Ağam, siz de havayı seviyonuz ama. Kimine pezevenk, kimine sırıtkan kaypak, kimine kahpe diyonuz. Demokrasilerde çare tükenmez. Bunlara siz değil, laf cambazı çoban lülü cevap versin. Hani köydeyiz ya, çoban diyorum, çakmasınlar diye...

Hee ya. Yakışanı yaptığımı söylesin. Yakıştırsın bana. Di mi, ne diyor halkımız, ağızları şeker bal yesin; bozacının şahidi şıracı... İşte bu.

-Ağam. Hani Çankırı'nın yarma çorbası, şey yarma harekâtı demiştiniz ya. Bu sizin öteki ağaları, nasıl desem, hani biraz da hastaneye alsak, diyorum.

Bu konu çok önemli. Şimdi ben bunu epey düşündüm. Şifre; Garibanları Araziye Tüydürme Atraksiyonu olacak. Bize yakışan da budur. Yalnız bu çok gizli. Kimseye çaktırmayalım. Çakan olursa, biz de çakarız. Neydi o reklam; çakar çakmaz çakan çakmak... İşte onun gibi. Anında görüntü. Şablorenz...

-Ağam bu son dediğinizi anlamadım.

Her şeyi de anlama. Televizyonlardan bahsediyoruz. Yarma diyoruz. Neyle yaracan? Ekranla yaracan... Televizyonlarda acındıracaklar ağalara. Eşi konuşacak, kızı konuşacak. Gözyaşı dökecekler... Faili meçhullere ağlayacak değiller ya... Bizimkiler de hödük değil, enkırman... Soracaklar, acı var mı acı?

-Ağam, "biz siyasilere ne zaman baskı yapmışız, bunlar külliyen yalan" dediniz ya, çok dokunaklıydı, söylemeden edemeyeceğim.

Evet ya. Birinin demesi lazımdı. Nihayet patladım. Ayıp ya. Menderes'i asmışız. Durduk yere mi? Sen yol yap, hastane yap. Ezanı aslına döndürüyorsun. Kur'an kursu açıyorsun. Çocuklar Kur'an'a düşecek. Sus diyoruz susmuyor. Çekersin ipi, sustu gitti. 12 Mart, 12 Eylül, can sıkıntısından mı yaptık? Anarşi vardı anarşi... Sıkıyönetim vardı ama anarşistler kimdi, kimin nesiydi, Kılıçdaroğlu'nun fesiydi mi, belli değildi. Yaptık darbeyi, netekim gençleri de sallandırdık darağaçlarında. Ortalık süt liman. Sonra 28 Şubat'mış. Ne olduğunu herkes gördü. Kalkancı aldı, Fadime'yi kaçırdı. Aczimendiler ellerini kollarını, asalarını, külahlarını sallaya sallaya, otobüs otobüs ülkeyi dolaştı. Az daha irtica geliyordu. Seyretse miydik? Haa, bazı ağalar cambaza bak demiş de bankalar hortumlanmış. Hortumlanmışsa, sana mı dert? Sonra ay ışığı, sarıkız... İki arkadaş, ay ışığında iki tek atmış, köydeyiz ya. Tam o sırada sarıkız kayboldu demişler. İnekten bahsediyorlar. Gece ahıra gelmemiş. Ne var bunda? Şimdi sinirleneceğim ama.

-Ağam arkadaşlar da yoruldu, isterseniz bundan sonraki toplantıda devam edersiniz...

Hadi öyle olsun. Kendinize iyi bakın, herkese iyi geceler, Ergenekon'suz rüyalar...
HÜSEYİN GÜLERCE

Amerika'da hayal kurmak

Amerika ve kriz konusunda hiç iyimser değilim. Yazdıklarımda bu kötümserliğimin nedenlerini yansıtıyorum. Ama aynı Amerika konusunda karamsar da olamıyorum: evet, kötümserim ama karamsar değil. Üç ay sonra yeniden gidip gördüğüm Amerika'da sokakta, gündelik hayatta karşılaştığım ve her birisi beni ayrı ayrı etkileyen yenilikleri, buluşları gördüğüm zaman Amerika'nın ve kapitalizmin bu krizi de kendi payına ve kendi çıkarı doğrultusunda aşacağını düşünüyorum.

Telefondan istasyona
Sokaklarda eskiden ankesörlü telefonlar vardı. Her köşe başında, neredeyse 50 metre arayla yer alan bu telefonlar bence Amerika'nın tarihidir. Herkes işini onlarla görürdü. Hatta çok iyi anımsıyorum cep telefonları henüz bu kadar gelişmemişken ve bu kadar yaygın değilken oraya gittiğimde nasıl yaparım diye bir arkadaşımla konuşurken "yahu" demişti, "Amerika'da cep telefonuna ne gerek var?" Çok haklıydı, Amerika'da telefonun dert olmadığını anlatıyordu. Şimdi o ankesörlü cep telefonlarının yerini "internet istasyonları"nın aldığını ne yalan söyleyeyim şaşarak, hayretle gördüm . Bir klavye ve ekrandan oluşan istasyona giriyorsunuz, internete bağlanıyorsunuz ve ne isterseniz onu yapıyorsunuz.

Yenilik, yaratıcılık buluş
Cim karnında bir nokta mesabesinde olan bu buluş tek başına fazla bir şey söylemeyebilir. Onu bu şekilde anlatan insanı şu veya bu şekilde yargılamak da mümkün. Ama eğer bu yenilik o kıtanın baştan beri üzerine oturduğu kültürün sadece yeni bir hamlesiyse herhalde üzerinde düşünmek gerekir. O kültür ilk günden beri "yenilikçilik"tir.
Amerika'da yaşamış olanlar bilir. Bir ne bileyim mesela nalbur dükkânına girince insanın gözleri fal taşı gibi açılır, ya da bir kırtasiyeci dükkânında. Aklın değil ancak hayalin üretebileceği kadar çok çeşit, çok canlı, çok somut bir biçimde gözünüzün önündedir. Sayısız çeşitte çividen sayısız çeşitte deftere kadar her şey düşünceye, muhayyileye, "buluşçuluğa" verilen değerin bir göstergesi olarak raflarda yerini almıştır. Mikro iktisadın önemli bir kuralı vardır: başkası yerine sen kendinle rekabet et . Amerika bu gerçeğin de itkisiyle çeşit üretir, çeşit üretmek için buluşçuluğu, buluş yapmak için gerekli olan yaratıcılığı, yaratıcılığın müşevviki olan cesareti insanlarına aşılar durur.

Doğacak yeni düzen
Bu yaratıcılık öyle yabana atılacak bir şey değildir . Eskiden insan tekine ve onun öznelliğine terk edilmiş olan yaratıcılık son on yılda Amerikan toplumsal ve ekonomik kültürünün sistemli bir parçası haline getirildi. "Innovasyon", "girişimcilik" bugün sistemin belkemiği, dayanağı durumunda. Bu ülkede şimdi dağa taşa, "bulun", "keşfedin", "yaratın" diye yazılmış. Şirketler biliyor ki kim daha fazla bu kavramlardan güç alırsa onlar ayakta kalacak, diğerleri yok olup gidecek.
1980'lerde elektronik devrimi gerçekleşmeye başladı. Onun doğurduğu krizler geldi ardından. Bugünkü krizin de ben yeni bir dönem üreteceğini varsayıyorum. Şimdi o yeni sistemin yayı kuruluyor. Sadece orada değil dünyanın her köşesinde yaratıcılığı, yenilikçiliği, buluşu başaranlar o doğacak yeni dönemin içinde yer alacak. Obama ipuçlarını veriyor bu dönemin. Fakat öyle sanıyorum ki küçük bir çelişkisi de var: bir yenilikten bahsediyor fakat o yeniliğin gerektirdiği yeni metodolojiye dair bir şey söylemiyor. Açıkladığı programın inandırıcı ve başarılı olamaması sanırım bu nedenledir. Yeni dünyayı eski yöntemle kurmaktan bahsedince daha ileriye gidemiyor. Sorun bu darboğazın aşılmasına bağlı. Onu becerebildiği anda kriz bitecektir.
Bilmem bizde bu işleri bu açıdan düşünenler var mıdır?

HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Emekli General Çevik Bir yargılansın mı?

Yargı bağımsız olmalı ... Bu klişe sözü en çok kim kullanır? Cevap: Devletçi zihniyete sahip olanlar. Peki, ne zaman kullanırlar? Hükümette hoşlanmadıkları bir parti olduğunda...
Bu laf 1950'den beri gündemdedir. Çünkü yargıya hakim olan devletçi zihniyet, o tarihten sonra tek başına hükümet olamamıştır.
Yargının tarafsızlığı kavramını kolay kolay ağzına almayan bu zihniyet, yargıya doğrudan müdahale yapıldığı dönemlerde de susmayı tercih etmiştir.
Müdahale örneği mi istiyorsunuz?
İşte 28 Şubat (1997) darbe döneminin Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Çevik Bir'in gizli ibareli yazısı.
12 yıl sonra ortaya çıkan belgede, Çevik Bir, Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı adına, Zeytinburnu Savcılığı'na bir davayla ilgili emir veriyor.
Biz biliyorduk. Kulağımıza geliyordu:
Çevik Bir savcılara ve yargıçlara telefonlar ederek, kararların kendi istediği şekilde alınması için uğraşıyordu.
Maalesef çoğu kez başarılı da oluyordu. Ancak bu durumun kapı gibi belgesiyle ilk kez karşılaşıyoruz.
Eğer yargıyı etkilemeye çalışmak diye bir suç varsa, işte böyle olsa gerek!
Çok merak ediyorum:
Kendi siyasi görüşünden olmayanlar hakkında şahin kesilen Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok ile Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu acaba bu belge karşısında ne diyecek?
Mesela ' Çevik Bir hemen yargılanmalıdır' deme cesaretini gösterebilecekler mi?
Yoksa "Ee, tabii, hukukun üstünlüğü gereği, ehe, öhö, şayet" gibi veciz laflar mı edecekler?
Ben Karadayı'nın da ne diyeceğini merak ediyorum doğrusu. Malum, Çevik Bir'in amiri Karadayı idi ve söz konusu yazı onun adına savcılığa gönderilmişti.

Emre Aköz

3 konu

28 Şubat ve Doğan
28 Şubat sürecine Milliyet yazarlarının bir kısmı olumlu baktı bir kısmı karşı çıktı. O zaman Genel Yayın Yönetmeni olan Derya Sazak, askeri müdahaleye karşı bir yayın çizgisi izledi.
Sevgili Sazak dünkü yazısında, sitemkâr bir üslupla, benim bunu “nedense hatırlamadığımı” yazmış. Nedeni, Milliyet‘in yayın çizgisini değil, kendi yaşadıklarımı yazmış olmamdı.
Tabii yazar olarak benim bilmediğim, Genel Yayın Yönetmeni olarak onun bildiği olaylar da olmuştu. Mesela Çevik Bir Paşa’nın Aydın Doğan’a baskı yaparak Milliyet‘ten atılmasını istediği yazar sayısı 11’miş, evet on bir! Bunu Sazak’ın dünkü yazısında okudum, sonra sohbet ettik, ayrıntıları anlattı.
28 Şubat’ın komutanlarını çok kızdıran “Ne darbe ne şeriat!” manşetini Derya Sazak atmıştı.
General Çevik Bir’in, bir de Milliyet‘te “Anayasa dışına çıkılmasın” manşetini görünce “Oraya da bir general mi gönderelim!” diye köpürdüğünü de dün Sazak’ta okudum.
Her zaman olduğu gibi 28 Şubat sürecinde de Doğan Grubu’nda her gazeteci ve her yönetmen kendi görüşüne göre hareket etti; baskılara Aydın Doğan karşı durdu.

Ekonomi ve öfke
Başbakan Erdoğan “Çok ağır bir kriz geliyor” diye uyarıda bulunanları suçlamış, “Teğet geçecek” demişti. Ocak ayındaki geçici sükûnete bakarak “krizin sonuna gelindiğini” söylemişti.
“IMF ile anlaşma gecikmesin” diyenleri çıkarcılıkla suçlamıştı!
Şimdi, ‘ekonomist’ Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de “IMF ile anlaşmada gecikildiğini”, dahası, “krize yönelik önlem paketinin de geciktiğini” söylüyor!
Gül’ün hükümete düşmanlığı söz konusu olamayacağına göre, zaten krizin yarattığı yangın da ortada olduğuna göre, keşke Başbakan da krizi erken algılasaydı!
Uyarıları doğru okusaydı, “düşmanlık” sanmasaydı!
Başbakan’ın krizi öngörememiş olduğunun ‘resmi’ belgesi, bütçede 2009 için yüzde 4 büyüme öngörmüş olmasıdır!
Ne büyümesi! Bakalım yüzde kaç küçüleceğiz?!
Başbakan, aşırı siyasi hırs ve öfkenin nasıl zararlı olduğunu artık görmelidir. Aşırı siyasi hırs ve öfke bir politikacı için zaruri olan rasyonel düşünme, öngörü, itidal gibi nitelikleri dumura uğratır!

Sağdan bir ses
BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu küçük bir partinin lideri ama dünkü basın sohbetinde birçok gazeteci vardı.
Yazıcıoğlu da Anadolu’daki ekonomik yangını anlattı; buna rağmen AKP’nin niye oy aldığını şöyle izah etti:
“Meclis’teki muhalefet partileri denenmiş partilerdir, daha iyi bir ekonomik yönetim umudu veremiyorlar! Sistem de yeni filizlerin yeşerip gelişmesine imkân vermiyor!”
Sayın Yazıcıoğlu’nu 1970’lerdeki Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı’ndan tanırım, hapishane arkadaşımdır aynı zamanda. “Muhsin Başkan” daima dürüst ve doğru bildiklerince ilkeli oldu. Türkeş’e itiraz etti, ayrılıp BBP’yi kurdu.
Kürt meselesine ilişkin görüşleri gerçekten yapıcı, “TRT Şeş’i ilk tebrik eden ben oldum” dedi. Bölgeye gezilerini, halkla diyaloglarını anlattı; “Kucaklamamız lazım” dedi.
Türkiye’nin önüne bir de “Kürt soykırımı” iddiasının tezgâhlanmak istendiğine dikkat çekti.
İstanbul Büyükşehir adayı Cevdet Tellioğlu “Büyük Aile” adlı şeffaf belediye projesini anlattı.
Yazıcıoğlu, Sivas Belediye Başkanlığı’nı bu seçimlerde partisinin adayı Doğan Ürgüp’ün kazanacağını söylüyor. Kim kazanır bilmem ama Sivas’ta yarış AKP ile BBP arasında.

Taha Akyol

Sayın Erdoğan, Gazze’ye ‘one minute’ var da, Darfur’a yok mu?..

Evet, bu sorunun gayet meşru ve haklı olduğuna inanıyorum. Yanıt bekleniyor Başbakan’dan:
Gazze için Davos’ta sergilediğiniz ‘one minute’ duyarlığını Darfur için de gösterecek misin?
İsrail’in Gazze’de Filistinlilere yönelik barbarlığını lanetlediniz, insanlığa karşı işlenen bir suçu kınadınız. Üslubunuz bazı bakımlardan eleştirilse de, özü itibarıyla doğru olanı yaptınız Davos’ta.
Peki ya Darfur ne olacak?
Darfur’da da suç işlendi.
İnsanlığa karşı suç işlendi.
Savaş suçları işlendi.
Sayın Erdoğan;
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nce hakkında suç duyurusu yapılan, tutuklama kararı çıkarılan kişiyi tanıyorsunuz:
Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir.
Geçen yıl iki kez Türkiye’ye geldi. Siz dahil devlet büyüklerimizle muhabbet içinde görüntüleri çıktı basında, televizyonda. Şimdi hakkında tutuklama kararı var Ömer El Beşir’in.
Merkezi Lahey’de bulunan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin sözcüsü önceki gün tutuklama kararını açıklarken, bu kişinin, yani Sudan Devlet Başkanı’nın kendi ülkesinde, kendi halkına karşı neler yaptıklarını da özetledi.
Sudan’ın Darfur bölgesinde sivil halka karşı saldırıları yönettiğini söyledi.
Bu saldırılarda 300 bin kişinin öldüğünü söyledi.
2.7 milyon kişinin evinden barkından olduğunu, göç etmek zorunda bırakıldığını söyledi.
Cinayet suçlaması yaptı.
Katliam suçlaması yaptı.
Toplu infaz dedi.
İşkence dedi.
Tecavüz dedi.
Yağma dedi.
Bütün bunların insanlığa karşı suç ve savaş suçu oluşturduğunu söyledikten sonra da, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanmak üzere Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’in tutuklanmasını talep etti.
Şimdi Sayın Başbakan;
One minute diyecek misiniz?
Kendi ülkesinde, kendi halkına karşı insanlık suçu, savaş suçu işlediğine dair iddiaları, Birleşmiş Milletler tarafından tanınmış uluslararası bir mahkeme tarafından son derece ciddiye alınarak, hakkında tutuklama kararı çıkartılan Sudan Devlet Başkanı’yla ilgili olarak bir çift lafınız olmayacak mı?
Gazze için meşru ve haklı olanı belirtip Darfur’u sessizlikle geçiştirebilir misiniz?
Bilemiyorum.
Siyasette ‘çifte standart‘ların yerini gayet iyi bilirim, uzun yıllardır politikayı yakın markajda tutmaya çalışan bir gazeteci olarak.
Ama siz de şunu iyi bilin:
Öyle bazı konular vardır ki, çifte standartlar siyasi ve ahlaki inandırıcılığa ölümcül darbeler indirebilir.
Lütfen bunu hiç unutmayın.
Gazze’de, Akdeniz maviliğinden kopan dalgaların vurduğu o uçsuz bucaksız kumsallarda, İsrail ateşi altında can veren Filistin’li çocukların acısını Davos’ta dile getirmiştiniz.
İyi de yaptınız.
Ama ya Darfur?..
Darfur’da ölen çocuklar için de bir çift lafınız olmayacak mı?
‘One minute’ demeyecek misiniz?
Sudan’da insanlığa karşı işlenen suçlar hakkında, ve de bunlarla suçlanan Devlet Başkanı Beşir El Ömer hakkında bir sözünüz bile olmayacak mı Sayın Başbakan?..
Erdoğan ve size son bir soru:
Darfur konusu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne geldiği zaman, Konsey üyesi olarak Türkiye’nin oyu ne olacak, bunu hiç düşündünüz mü?..

Hasan Cemal

Türkiye batacak da siz ayakta mı kalacaksınız!

ABD'nin sembol şirketlerinden General Motors'un iflas edebileceğini açıklaması dün bütün dünyayı sarstı. Çok önemli olsa bile sadece bir şirketin çökme ihtimalinin yıkıcı etkisini ölçmek için dikkat çekici bir örnek. ABD ekonomisinde resesyonun başlama tarihi kabul edilen Aralık 2007'den bu yana 3.6 milyon kişi işini kaybetti. Şirketin batması bu sayının üstüne 260 bin daha eklenmesine yol açacak. Şirketin kurtarılması ise en az o kadar zararlara yol açıyor. 61.66 milyar dolar zarar açıklayan AIG, Pazar günü devletten 30 milyar dolar daha aldı. Trilyonlarca dolar yükümlülük altındaki bu dev şirket, kaç 30 milyar dolarla toparlanabilir? Mümkün mü? Bu hiç mümkün olmayacak. Olmayacağını bilenler AIG üzerinden başka bir tartışma başlatıyor: “Bırakın şirketler batsın. Bırakın bankalar batsın. General Motors batmazsa, AIG batmazsa devlet batacak, Amerika batacak.. Batmalarına izin verilmeden yeni bir başlangıç yapılamayacak. O zaman bu lüklerden kurtulalım ve yeniden başlayalım…:”

Aslında bu da çok doğru değil. Bu dev şirketleri kurtarma operasyonları da ABD'yi batırıyor, gözden çıkarılmaları da batırıyor. Bu böyle bir kriz işte… Dolayısıyla hazırlanan yüz milyarlarca dolarlık kurtarma paketlerinin çözüm olacağına gerçekte kimse inanmıyor. Şu anki, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra oluşturulan ancak çöküşünü izlediğimiz sistemin devam etmesini isteyen, çökse bile bu sistemle devletleri ve dünya ekonomisini kontrol eden çevreler, bu kudretlerinin paylaşılacağı korkusuyla çözüme yönelik köklü adımları engelliyor. Asıl sorun bu. Böyle olunca da yakın gelecekte, belki de tamamen dibe vurmadan krizden kurtulma ihtimali olmayacak demektir.

Bu yüzden; “ABD, tarihin en büyük çöküşüne doğru gidiyor. Bu hal birkaç yıl daha devam ederse, devlet tamamen iflas gedecek, geri dönüşüm mümkün olamayacak. Büyük çöküş başladı” deniliyor.

ABD böyle iken Avrupa fraklı mı? İngiltere geri dönülmez çizgiye doğru geriliyor. Avrupa Birliği ülkeleri önümüzdeki haftalarda, trilyonlarca doları bulacak feci finansal çöküşler bekliyor. AB'nin genişleme ve dünya açılma yerine ulusların, devletlerin hareket alanını daraltacak, onları adeta boğacak bir yapıya dönüşebileceği söyleniyor. Doğu Avrupa ülkelerini gözden çıkaran, onların “bizi kurtarın” çığlıklarına kulaklarını tıkayan merkez ülkeler, kendilerini kurtarıp kurtaramayacakları konusunda büyük bir panik yaşıyor.

Hal böyle iken, ABD ve Avrupa, yani merkez ülkeler, yani krizin gerçek sahipleri, yani dünya ekonomisini yönetenler, krizin maliyetini dünyaya ihraç etmek için var güçleriyle mücadele ediyorlar. Merkezdeki kriz, çevreyi zaten sarsarken onun üstüne bir de kendi kriz maliyetlerini yüklemeye çalışıyor. Buna karsı siyasi bir duruş sergilenmeli. Asya, Ortadoğu, Latin Amerika gibi çevreler, merkez güçlerin bencilce krizden kurtulma yaklaşımlarını sorgulamalı. Sorumlusu olmadıkları bir maliyeti, kabullenmemeli. Ciddi bir direnç oluşturup, merkez ülkelerin ortak çaba harcamasını sağlamalı.

The Economist dergisinin “dibe vuracak 17 ülke” listesini hazırlarken gösterdiği açıklığı, İngiltere'yi tartışırken göstermemesi dikkat çekici. Batacak ülkeleri şöyle sıralamış: Güney Afrika, Macaristan, Polonya, Güney Kore, Meksika, Pakistan, Brezilya, Türkiye, Rusya, Arjantin, Venezüella, Endonezya, Tayland, Hindistan, Tayvan ve Malezya… Türkiye batacaklar arasında sekizinci sırada. Bu ülkeler sadece gelişmekte olan ekonomiler değil. Bu ülkeler, onlarca yıldır hemen her on yolda bilinçli olarak krizi sürüklenen ve bu şekilde bütün birikimlerine el konulan ülkeler. Liste, tipik bir “kriz ihraç listesi” görünümünde.

Oysa merkez ülkeler içinde en hazin durumda olan ülkelerden biri İngiltere. Bu yaklaşıma bakılırsa, gelişmekte olan ülkeler çökecek, kendilerine bir şey olmayacak. Oysa büyük çöküşler ABD ve Avrupa'da olacak, gelişmekte olan ülkelerde değil. Körfez Arapları'na, Asya ülkelerine, Çin'e yalvaran, bir maç milyar dolar için diz çöken onlar şuan. Biz burada asıl merkez ülkelerin neler yaşayacağını, krizin siyasi ve sosyal sonuçlarının neler olabileceğini tartışmalıyız. En önemli tartışma bu.

Küresel krizi tartışırken üç konuya dikkat etmek gerektiğine inandım hep. Birincisi: Bu kriz sadece ekonomik bir kriz değil. Aynı zamanda sistemik bir kriz, siyasi bir kriz. Ve sonuçları sadece ekonomik olmayacak. Çok ciddi siyasi ve sosyal krizlere yol açacak. İkincisi: Bu kriz gelişmiş ekonomilerin krizi. Asıl çöküşü onlar yaşayacak. Üçüncüsü: Kriz asla iç politika tartışmalarına konu edilmemeli. O zaman hiçbir şekilde konuyu anlamak mümkün olmayacak ve bu çok büyük bir basiretsizlik olacak. Krize bakış bir seferberlik havasında, ülkenin bütün kurum ve çevrelerinin ortak çabasıyla şekillenmeli.

Zbigniev Brzezinsky, krizin Amerika'da iç isyanlara yol açabileceğini söylüyor. 1907'deki bankacılık krizi sırasında olan olaylara dikkat çekiyor. ABD yönetimine, kurumlara “neden kafa kafaya verip bu konuya eğilmiyorsunuz” diye veryansın ediyor. Bir süre sonra binlerce insanın sokaklara dökülebileceği uyarısı yapıyor.

Birkaç yıldır ABD'de ve bazı Avrupa ülkelerinde “iç güvenlik, isyan, iç çatışma” gibi olağanüstü hallere yönelik hazırlıklara dikkat çekiyoruz. Biz bunları o zamanlar “terör saldırısına hazırlık” olarak görmüştük. Oysa ekonomik krizin siyasi ve toplumsal sonuçlarına yönelik hazırlıkmış. Bunları tartıştığımızda bazı aptallar şaşkınlıklarını saldırıya dönüştürmüştü. Irak'tan dönen askeri birimlerin şehirlerde görevlendirilmesi, acil durumlar için yasaların değiştirilmesi, kitle kontrolüne yönelik polis tatbikatları ve lojistik hazırlıklar hep krizin etkilerine yönelikmiş.

“Domino etkisi” sadece Ortadoğu'da olmuyor. The Economist'in listesinde olduğu gibi, sadece gelişmekte olan ülkelerde de olmuyor. Domino etkisi asıl Atlantiğin iki yakasında olacak gibi. Dikkatle bakanlar bunun yaşandığını görecektir…

İbrahim Karagül

2002’nin ilk yarısında Cumhuriyet’e “ortak” olmadan ortak olanlar bahsi...

Ali Bayramoğlu, Yeni Şafak’ta Mehmet Emin Karamehmet’in 2003’te “Cumhuriyet gazetesine ortak olmasını, daha doğrusu yönetime iştirakini bile sağlamayan hisseler satın almasını” ele alan bir yazı yazdı.

Bayramoğlu, “‘Milli sermaye’nin 2000’lerin ilk yarısı söz konusu olunca pek çok karışık ilişkiyi akla getirdiği” tespitiyle başlayan yazısına, sözü edilen tuhaf ortaklığın, medya patronunun Jandarmayla girdiği, geçenlerde Taraf’ta fâş edilen istişarenin ürünü olup olmadığını sorgulayarak devam ediyordu:

“Darbe hazırlıklarının yapıldığı, Ergenekon’dan tutuklu ya da sanık darbecilerin alan kontrolü için hamle yaptığı zamanlar, yandaş medya üretme, kamuoyu oluşturma, dernek, üniversite devşirme dönemi... Karamehmet bu hisseleri neden aldı? Dönemin Jandarma Genel Komutanı’nın, İstihbarat Daire Başkanı’nın telkinleriyle mi? Bu soruyu akla getirmek meşru değil midir?”

Bayramoğlu, yazısının sonunda, İlhan Selçuk’un o günlerde kaleme aldığı bir yazıdan hareketle, böyle bir telkinin Cumhuriyet’e ortak olmuş başka işadamları üzerinde de denenmiş olabileceği ihtimali üzerinde duruyordu...

İlhan Selçuk: “Cumhuriyet gazetesinin asli sahibi Cumhuriyet Vakfı’dır. Cumhuriyet Vakfı’nın iştiraki olan birden çok şirket vardır. Gazeteye finansman temin etmek amacıyla Vakıf bünyesinde Yenigün Holding A.Ş. isimli şirket bu şirketlerden birisidir. Bu şirketin hissedarları; Turgay Ciner’den Mehmet Emin Karamehmet’e, Aydın Doğan’dan, İnan Kıraç’a kadar yaklaşık 185 kişidir. Ancak bu şirketin söz ve yetki sahibi imtiyazlı ortağı Cumhuriyet Vakfı’dır.”

Bu da Bayramoğlu’nun yorumu: “Ortaklık değil, finansörlük, açıktan para...

Tüm finansörler elbette ‘telkin’le hareket etmiş olamazlar... Ama yine de kim bilir? Bunları öğreneceğimiz günlerde yaşıyoruz...”

Cumhuriyet’teki dört günlük Ciner söyleşisi...

Bu yazı bana, hadise daha sıcakken bile her nasılsa ilgi çekmemiş bir başka ortaklığı ve o ortakla Cumhuriyet’te yapılan bir söyleşiyi hatırlattı. Leyla Tavşanoğlu’nun Turgay Ciner’le yaptığı, her defasında birinci sayfadan anonslanmak ve her bölümüne bir tam sayfa ayrılmak üzere dört gün boyunca yayımlanan söyleşiden söz ediyorum (Cumhuriyet, 22, 23, 24 ve 25 Eylül 2002).

Bilmiyorum, bu gazetenin tarihinde bir kişiyle yapılmış bir söyleşiye bu tarzda bir teveccüh göstermenin başka bir örneği var mıdır...

Söyleşinin tümü çok ilginç. Turgay Ciner’in, önünü kesmek isteyenlerle nasıl mücadele edip başarıya ulaştığı, “ak sermayesini kara paradan dönüştürdüğü” iddialarına cevapları, Aydın Doğan’la giriştiği medyada ayakta kalma savaşı... Ciner, arada Cumhuriyet okurlarının cinlerini tepesine çıkaracak şeyler de söylüyor; mesela termik santrallerini ve nükleer enerjiyi savunuyor...

Fakat biz bu yazının asıl konusunda kalalım ve Ciner’in Cumhuriyet’e ortaklığının anlamı hususunda bize yardımcı olabilecek ipuçları üzerinde yoğunlaşalım...

Ciner’in, Cumhuriyet gazetesinin “kendisi ve Türkiye için anlamı” üzerine sarf ettiği sözler bu açıdan önemli: “Cumhuriyet bir gönül işidir. Cumhuriyet, cumhuriyete gereklidir. Yani Cumhuriyet gazetesine herhangi bir şekilde parasal bir sonuç çıkarma amacıyla yaklaşmıyoruz. Cumhuriyet gazetesinin kendine yaraşır bir konumda hayatiyetini sürdürmesi gerektiğine inandığımız içindir. Zaten Cumhuriyet gazetesinin sahibi olunamaz. Cumhuriyet’in sahibi cumhuriyettir ya da bana göre Türkiye’de yaşayan 68 milyon kişidir. Cumhuriyetin yaşıyla yaşdaş olan bir kurum ayakta kalmalıdır. Üzüntü vericidir ama benden önce bunu yapması gereken çok sayıda insan olması gerekirdi. Yine de bu bana nasip olduğu için mutluluk duyuyorum.”

Ciner’in şu sözlerini de, Ali Bayramoğlu’nun, “‘Milli sermaye’nin 2000’lerin ilk yarısı söz konusu olunca pek çok karışık ilişkiyi akla getirdiği” tespitiyle birlikte okumak gerekir:

“Daha önce de belirttiğim gibi; Cumhuriyet’e patron olunmaz ama Cumhuriyet’te hissedar, paydaş olmak mümkündür. Bunun için de Cumhuriyet’in yayın politikasını Cumhuriyet Vakfı’nın Vakıf senedinde belirtilen doğrultuda yürütme hak ve yetkisini kabul etmeniz gereklidir. Biz o ilkelere yürekten inandığımız için Cumhuriyet ailesine dahil olduk. Esasen: Madencilik ve enerji sektörlerinde yaptığı dev yatırımlarla yerli kaynaklarımızın ulusal ekonomimize kazanılmasında en önde gelen ulusal karakterli sermaye ve girişimci gruplarından birisi olan Park Grubu’nun yolunun Cumhuriyet’le birleşmesinden daha doğal bir şey düşünemiyorum.”

Yeri gelmişken, Cumhuriyet’in bir başka ortağı, şu anda Ergenekon tutuklusu Gürbüz Çapan’ın “Cumhuriyet’in doğal ortakları” ile ilgili olarak Aksiyon dergisinden Cemal Kalyoncu’ya yaptığı şu ilginç açıklamaları da okuyalım:

“- Aylık belli bir ödenek ayırıyor musunuz Cumhuriyet’e?

- Yok hayır.

- Turgay Ciner de ortak orada.

- Herkes var, kim yok ki?

- Onların hisse dağılımı nasıl? Herkes 10 mu, yoksa?

- Hepsine yüzde 10. İlhan Abi karar verir o işe. O ne derse biz onun şeyiyiz.

- Hani kimseye biat etme yoktu sizde?

- Yaşlandık herhalde.

- Çok pişmansınız galiba?

- Pişman değilim. Cumhuriyet’ten pişman mı olunurmuş. En büyük Cumhuriyet bizim Cumhuriyet’tir. Canımın istediğini çağırır ortak ederiz. Cumhuriyet’e sadece gönüldaşları ortak olabilir. Oraya Karamehmet de ortaktır, Aydın Doğan da, Turgay Ciner de ortaktır, ben de, Koç da ortağız.

- Koç da ortak mı?

- Herkes ortaktır Cumhuriyet gazetesine.

- Koç nasıl ortaktır mesela?

- Bayağı ortak.

- Reklam desteği mi veriyor yoksa?

- Yahu reklâm desteği veriyor, bilmem ne veriyor falan.”

Görüyorsunuz, herhalde dünyanın hiçbir yerinde rastlanamayacak, “tamamen duygusal” nedenlerden kaynaklanan ve ülkenin bütün büyük patronlarının icabet ettiği bir ortaklık ilişkisi...

Ali Bayramoğlu’nun dediği gibi, bu duygusallığın altında nelerin yattığını öğreneceğimiz günlerde mi yaşıyoruz? Bakalım...

Alper Görmüş

5 Mart 2009 Perşembe

28 Şubat’tan Ergenekon’a... Ekranda hep ağlayan kadınlar!

Hani var ya, tam “Dallas” gibi!.. “Kim kimin yanında” veya “kimin eli, kimin cebinde” belli değil...
Ortalık öyle “toz duman” ki; “at izinin, it izine karıştığı” bir tablo ile karşı karşıyayız!..
Bu “karmaşık tablo”ya, bir de “gözyaşları” karışıyor ki, “sanki 28 Şubat süreci”nden geçiyoruz...

Malûm, 28 Şubat sürecinde bir Fadime Şahin vardı...

Bir akşam İnterStar ekranlarına çıkmış, adeta “gözyaşları”na boğularak, “Müslümanların kendisini nasıl aldattığını” hıçkıra hıçkıra anlatmıştı...

Fadime Şahin’i “bulan, yetiştiren ve ona görev verenler” gayet iyi biliyorlardı ki; “bir kadının” gözyaşları, “hedefi en iyi vuran, etkili bir silah”tır!.. “Ağlayan bir kadın”a hiç kimse hayır diyemez, onun her dediğine inanır!.. “Psikolojik Savaş”ın her çeşidini bilen “28 Şubat cuntacıları”, ekrana çıkarttıkları Fadime Şahin’in gözyaşları üzerinden, topluma her şeyi kabul ettirdiler!..

“Milletle topyekûn savaş” anlamına gelen “18 maddelik 28 Şubat kararları”nı da kabul ettirdiler, “Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan düşürülmesini” de!..
Ancak, “10 yıl sonra” bugün görüyoruz ki; tüm bunlar, “alçakça birer oyun”dur, “tuzak”tır!.. Fadime Şahin’ler de “üretim”dir, Ali Kalkancı’lar da!.. “Sisi” lâkaplı Seyhan Soylu’lar da “rol”lerini oynamışlardır, bugün Ergenekon’dan tutuklu olan Ümit Oğuztan’lar da!..
Ama en büyük rolü, Fadime Şahin oynadı!..

Zaten bütün senaryo, bütün film, “onun gözyaşları” üzerine kurulmuştu!..
Çünkü bu “millet duygusal”dı!..
Bu millet “merhametli”ydi!..
Bu millet “yufka yürekli”ydi!.

Bir “ağlama” sesine, hele hele “bir kadının ağlama sesi”ne asla dayanamazdı... En taş kalplisi bile hemen erir ve “ağlayan kadının safına” geçerdi!.
Öyle oldu!..

Fadime Şahin ağladı, onun “gözyaşı”nı kullanan 28 Şubatçı’lar milletin anasını ağlattı!..

YİNE AĞLAYAN KADINLAR, YİNE UĞUR DÜNDAR!

Çok ilginçtir... O günlerde “Fadime Şahin’i ekrana ilk çıkaran kim”miş biliyor musunuz?..

Uğur Dündar’mış!..

Evet evet, Uğur Dündar’mış!..
Aradan 12 yıl geçince, unutuyor insan!.. Ama, araştırınca öğrendim ki; 3 Ocak 1997’de Fadime Şahin’i İnterStar ekranlarına ilk çıkaran Uğur Dündar’mış!..

Tabiî, Fadime Şahin’i pazarlayan da; halen Ergenekon Terör Örgütü’nden tutuklu bulunan Ümit Oğuztan’mış!..

Ondan sonra, ekrandan ekrana çıkarılmış Fadime Şahin!... Dediğim gibi; 3 Ocak’ta Uğur Dündar’ın ekranına, 6 Ocak’ta da Kanal D ekranına!..

Ne ilginç değil mi;

Aynı Uğur Dündar, 12 yıl sonra bugün yine Star’da ve yine “iki gözü iki çeşme ağlayan” kadınları ekrana çıkarmakla meşgul!.

12 yıl önce Fadime Şahin’i!..
12 yıl sonra Arif Doğan’ın kızı Arzu Doğan ve Levent Ersöz’ün kızı Fulya!..
Hepsi salya-sümük ağlamaklı,

Hepsi Ergenekoncu’ların kızları,
Ve hepsi Uğur Dündar’ın ekranında!..
Enteresan!.. Çok çok enteresan!..

Merak ediyorum;
Uğur Dündar’ın “ağlayan kadın”lara karşı özel bir ilgisi mi vardır, yoksa “28 Şubat” ile “Ergenekon” arasında “gizli bir bağ” mı vardır?!?..
Eğer “kişisel” veya “kurumsal” bir ilgi yoksa; niye hep Uğur Dündar ve niye hep “ağlayan” kadınlar?..

Ne yani, başka ekran mı yok?..

HINCAL’DAN UĞUR’A ÖVGÜLER!

Bu “gözyaşları”nın arkasında dönen dolapları ve “arkasından ağlanan babalar”ın marifetlerini biraz sonra yazacağım... Ama, bu vesileyle dikkatimi çeken bir konuya; evet, “Hıncal Uluç’un Uğur Dündar hakkında yazdıkları”na değinmek istiyorum.

Merak ettim;

Daha önce “Star’da çağdaş habercilik” diyerek Uğur Dündar’a övgüler yağdıran Hıncal Uluç, bugün “Artık Star haberi izlemiyorum” noktasına niye ve nasıl geldi acaba?..

Okumayanlar için nakledeyim:

Efendim, 15 Ocak 2009 tarihli yazısında Uğur Dündar ve Star Anahaber’i yere-göğe sığdıramayan Hıncal Uluç, şunları yazmıştı:
“Uğur Dündar-Yılmaz Özdil ikilisi, her gece çağdaş televizyon haberciliği konusunda uygulamalı ders veriyorlar.. Hastalığım beni eve kilitleyip, televizyonu zorunlu olarak hayatıma sokunca bunu keşfettim..
Star'da insanda tiryakilik yaratacak boyutta bir habercilik var.. (�)
Uğur zaten adı ve kimliği ile seyirci genelinde saygın. Bir ömür vermiş bu saygınlığı kazanmak için. Bir anchormande olması gereken en önemli özellik onda var..
İnandırıcı olmak..

Uğur önüne konan metni okuyan spiker değil. Uğur haberi okumuyor. Anlatıyor. Araya yorumlarını katarak anlatıyor. Gözden kaçabilecek ayrıntıların altını çizerek, dikkati çekerek anlatıyor.

Dahası.. Uğur korkusuz. En kritik yorumları hiç çekinmeden yapabiliyor. Ertesi gün en muhalif köşelerde bulamayacağınız en sert yorumlar Star Haber'de var.”

“ARTIK STAR HABER’İ İZLEMİYORUM!”

15 Ocak 2009’da bunları yazıp, Uğur Dündar’ı göklere çıkaran Hıncal Uluç, sadece “birbuçuk ay sonra” yani 3 Mart 2009 tarihli yazısında, “180 derece tersi”ni yazıp, demiş ki;
“...Uğur Dündar’ı artık izlemiyorum.
Çünkü tahammül edemiyorum...
Uğur, tüm dostça uyarılarıma rağmen bu üsluptan vazgeçemedi, ben de içim kan ağlayarak ondan vazgeçtim.
Çünkü ekrana bakarken sinirlerim laçka oluyordu.
Kız kardeşim Serpil, Uğur’un haberlerine çok meraklı olduğu ve o her şeye rağmen tahammül edebildiği için açıyordu gene son günlerde. Göz ucuyla bakıyordum ki, değişen bir şey yok.. Ucuzluk aynen devam.. Uğur’un 40 yılını verdiği o harika “Uğur Dündar” ismi, sırf şekilcilikten, yerlerde sürünüyor.. Yazık!..”
Şu an merak içindeyim...
Uğur Dündar mı iyice “beceriksiz”leşti, yoksa iyice yaşlanan Hıncal Uluç’un beyni mi sulandı!..
Çünkü Hıncal Uluç;
Son günlerde iyice saçmalamaya başladı!.. Bu saçmalama “ihtiyarlığına” mı delalettir, yoksa “hasta veya sağlıklı” oluşundaki değişken ruh yapısına mı?..
Öyle ya; “hasta” iken Uğur Dündar’a methiyeler yağdıran Hıncal Uluç, “sağlığına kavuştuktan sonra” gerçekleri görmeye başlamış!..
Ve kararını vermiş:
“Artık Star Haber izlemiyorum!”
Hıncal Uluç, eğer “yaşlılık”tan dolayı bir “git-gel” yaşamıyorsa, “Star’ı izlememe” kararlılığını herhalde sürdürür!.. Ama “birbuçuk ay sonra” ne yazacağına hiçbir garanti veremem!..
Hıncal Uluç bu;
Dün över, bugün döver!.. Hiç ayarı yok ki!..

BAYKAL’IN EKRAN ŞUBESİ GİBİ!

Hıncal Uluç’un “kriter”leri nedir ve niye “Star Haber’i izlememe” kararı almıştır bilmiyorum ama; itiraf edeyim ki, ben de tahammül edemiyorum “Uğur Dündar’ın tarzı”na!..
Bazı haberleri öyle sunuyor ki; “muhalif”liğin de ötesinde “kör gözüm parmağına” dercesine bir haber sunuş tarzı var!..
Ama, benim asıl dikkatimi çeken şey, Uğur Dündar’ın, gittikçe “Deniz Baykal’ın televizyon şubesi” haline gelmeye başlaması!..
Deniz Baykal, “Ergenekon avukatlığı” yapıyor ya, Uğur Dündar da, sanki “Deniz Baykal’ın televizyon şubesi” gibi davranmaya başladı... Ergenekon Terör Örgütü’nü aklayacak, sulandıracak veya lehte konuşacak kim varsa, Star Anahaber’de!..

KIZI AĞLADI, BABA KURTULDU!

Geçenlerde Levent Ersöz’ün kızı Fulya, ekrandaydı... 12 yıl önceki Fadime Şahin gibi, “iki gözü iki çeşme ağlıyor”du!.. “Babam ağır hasta” diyordu, “Kalbinde problem var” diyordu, “Cezaevinde kalamaz” diyordu!..
Ya “hastaneye yatırılmalı”ydı, ya da bir an önce “tahliye edilmeli”ydi!..
Ki, kızının bu “gözyaşları” meyvesini vermiş, Levent Ersöz, cezaevinden çıkarılıp, artık GATA’da “hastane keyfi” sürmeye başlamıştı!..
Bu “keyif sürme”de, Uğur Dündar’ın payı da hayli yüksekti!.. Çünkü Uğur Dündar, daha önce Ergenekon tutuklusu Albay Levent Ersöz’le ilgili methiyeler dizen bir program yapmış ve Ersöz’ü, “Öcalan’ı getiren ekip”ten diye sunmuştu... Ne var ki, Dündar’ın bu haberi yalan çıkmış, Ersöz’ün o ekipte olmadığı belgelenmişti!..

1 MİLYON DOLAR’I SORMADILAR!

Birkaç gün önce baktım, yine Uğur Dündar ve yine “ağlayan bir kadın” vardı Star ekranında!..
Bu kadın, Ergenekon Terör Örgütü tutuklusu Albay Arif Doğan’ın kızı Arzu idi!..
Arif Doğan’ın işyerinde 10 el bombası, iki kalaşnikof, bin adet uzun namlulu silah mermisi ve bir kamyon gizli belgeyle ilgili tek bir soru sormayan Uğur Dündar, Doğan’ın kızı Arzu Doğan’ın gözyaşlarını çevirip çevirip yayınlıyordu!..
Soruşturmacı(!) Gazeteci Uğur Dündar’ın, “bir kamyon belge, bombalar, silahlar ve mermiler”le ilgili tek bir soruşturmacılık yapmaması milletin dikkatinden elbette kaçmıyordu ama, insanların yüreği, bu “gözyaşları”nı görünce, ister istemez yufkalaşıyordu!..
Bu gözyaşları, merhamet hisleri ve yufkalaşan yürekler, birçok gerçeği unutturuyordu insanlara!..
Mesela, “1 Milyon Dolar” gerçeğini!..
Gazetelere yansıyan haber şöyleydi:
“Ergenekon Soruşturması kapsamında gözaltına alınan JİTEM’in kurucularından emekli Albay Arif Doğan’ın ABD’ye havale yaptığı 1 milyon dolarlık havaleyi kızına gönderdiği ortaya çıktı.
Ergenekon Soruşturması kapsamında gözaltına Doğan’ın, İstanbul’da ele geçirilen belgeleri arasında çok sayıda hesap cüzdanı bulundu.
Ziraat Bankası Yalova Şubesi’ne ait (....) numaralı Arif Doğan adına düzenlenmiş hesap cüzdanı arasında bulunan bir not kağıdında; Alıcı Arzu Işıl Doğan Ziraat Bankası New York Şubesi. Gönderici Arif Doğan J.Kd. Albay Yalova İl Jandarma Komutanı, 1.000.000 Dolar Tlf: (....) ibaresi vardı!”
İşte, Uğur Dündar’ın ekranında; aynen Fulya Ersöz gibi iki gözü iki çeşme ağlayan bu kadındı...
Yani, Arzu Işıl Doğan!..
Ne ilginçtir ki, o da “aynı taktiği” kullanıyordu:
“Babam ağır hasta!”

BİZ, BU FİLMİ GÖRMÜŞTÜK!

Bakalım, Arif Doğan ne zaman hastaneye kaldırılacak?.. Yoksa, savcı ve hakimlerimiz, star ekranlarına bakıp, “Biz bu filmi görmüştük” mü diyecekler?..
Hakim ve savcılarımızı ne der bilmem, ama ben, bu filmi çok gördüm!..
Hep aynı senaryo, hep aynı film!..
Hep “ağlayan” kadınlar...
12 yıl önce Fadime Şahin,
12 yıl sonra Fulya Ersöz ve Arzu Işıl Doğan!..
Ve de hep Uğur Dündar!..
28 Şubat’ta da o, Ergenekon’da da!..
Hiç bu kadar “tesadüf”(!) olur mu?

Hasan Karakaya

AKP Batı’dan vurulur mu?

Başlıktaki soruya geçmeden önce gelin hep birlikte Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra tek başına iktidara geldiği günlere bir geri dönelim.

“Asker seçim sonuçlarına ne diyecek?”, “Cumhurbaşkanı Sezer hükümeti kurma görevini kime verecek?” diye Ankara’da gergin bir bekleyişin sürdüğü günlere.

Türkiye’nin 28 Şubat sürecinden çıkmaya çalıştığı o günlerde, dünya 11 Eylül 2001 saldırılarıyla küresel bir 28 Şubat sürecine girmişti. Siyasal İslam, Batı’nın korku listesinde bir numaradaydı. Güvenlik kaygıları özgürlük ideallerinin pabucunu dama atmak üzereydi.

Adı Batı medyasında “Siyasal İslamcı köklere sahip” olarak geçen AKP işte böyle bir dünyada iktidar oldu. Küresel 28 Şubat ateşi, içeride sönmekte olan 28 Şubat’ı küllerinden diriltebilir, yerel 28 Şubatçılar küresel 28 Şubatçılarla “Ortadoğu’nun laik Türkiyesi”ni korumak için ittifak yapabilirdi.

İşte o günlerde siyasi yasaklı, seçimlere girmesine bile izin verilmeyen Tayyip Erdoğan Ankara’daki güç dengelerini altüst eden, statükonun blokajını kıracak stratejik bir adım attı. Türkiye’de henüz bir hükümet bile kurulmamışken AKP Genel Başkanı sıfatıyla bir ABD ve AB turuna çıktı.

Beyaz Saray’da, AB başkentlerinde en üst düzeyde kabul edilen, hürmet gören bir Tayyip Erdoğan’a, yıllardır büyük kararlarını (darbelerini bile) Batı’ya bakarak veren bir ülkede kapılar kolayca kapatılamazdı. Öyle de oldu. Batı kartı Ankara oligarşisinin kilidini açtı.

Batılılaşmak için Türk müziğini bile radyolarda yasaklatmış Türkiye’nin geleneksel Batıcıları bu ihanete ulusalcı dalgasıyla karşılık verdi. Bu dalga 2003-2004’de iki darbe denedi.

Batı cephesini güvence altına alan AKP ise içeride savunmadan taarruz pozisyonuna geçti. İlk açıklamasında “Önceliğimiz AB” diyen Erdoğan’ın hamlesi statükoyu ikileme düşürdü.

Bir tarafta uğruna bir 28 Şubat yapılan’Cumhuriyet’in batılılaşma idealleri’ vardı. Öteki tarafta ise bu yüzden açıkça karşı çıkılamayan AB’nin Türkiye’den istediği demokratikleşme programı uygulanırsa bu statükonun sona erme ihtimali. AKP böylece kontrpiyede kalmış statükoya AB reformlarıyla gol üstüne gol attı.

Gerisini biliyorsunuz.

İşte son yedi yılın kısa bir hikâyesini anlatmaya çalıştığım bu Türkiye’de, 2009 yılında ulusalcı dalganın bayraktarlığını yapan Cumhuriyet gazetesi şöyle bir başyazıyla çıktı:

“Üst üste iki seçim kazanmış bulunan AKP’nin tutumu içeride ve dışarıdaki laik demokratik, aklı başında ve sağduyusunu yitirmemiş kesimlerin kabul edebileceği sınırları çoktan aşmıştır. Nitekim AKP’nin iktidara geçmesindeki işlevi artık herkesçe bilinen ‘müttefikimiz Amerika’nın son olarak yayımladığı ‘Dışişleri Bakanlığı İnsan Hakları Raporu’nda bu gerçekler açıkça dile getirilmektedir.”

Bu satırlar “AKP basını susturuyor” demek için Pazar günü beyaz çıkan Cumhuriyet’in başyazısından. “Tehlikenin Farkında mısınız” reklamlarıyla Türkiye orta sınıfını sokaklara döküp, 27 Nisan sürecini başlatan Cumhuriyet’in bu kampanyasının hedefi, anlaşılan bu kez içerisi değil dışarısı.

Bunu, özenle yazılmış başyazının sadece içerideki değil, ‘dışarıdaki’ “laik demokratik, aklı başında ve sağduyusunu yitirmemiş kesimlere” seslendiğinin vurgulandığı satırlarından anlıyoruz. Aynı başyazıda, ABD Dışişleri’nin İnsan Hakları Raporu’nda AKP’ye dönük eleştirilerine yapılan atıf da yine bunun delili. Aynı Cumhuriyet bir süre önce de “AKP’nin Gazze politikalarının Türkiye’deki İslamcılığı tırmandırdığını” başka bir başyazı ile Obama’ya şikâyet etmişti.

Dikkatli olanlar, bir süredir Milliyet gazetesinin bir tür ‘Kemalist AB’cilikle AKP’yi AB üzerinden sıkıştırmaya çalışan, AKP’yi Batı’ya şikâyet eden, AB’yi de AKP’ye karşı göreve çağıran manşetlerini de yakından izliyordur.

Batı basınında AKP’nin İslamcılığını her fırsatta ‘teşhir etmekten” büyük haz aldığı anlaşılan (tabii meslekleri bu değilse) Soner Çağaptay, Zeyno Baran ve onların ABD’li neo-con dostlarının iştiyaklı çabalarını da bu listeye ekleyebiliriz.

Soru şu:

Peki, tüm bunlar Türkiye’deki statükocu çevrelerin AKP ile mücadelelerinde bir strateji ve dil değişikliğine gittiklerinin işareti olarak okunabilir mi?

Bugüne kadar AKP ile ulusalcılığın Batı karşıtı diliyle mücadele eden çevreler, acaba bunun işe yaramadığını, aksine bunun AKP-Batı ittifakını güçlendirdiğini gördüler ve AKP’yi laiklik, demokrasi ve özgürlük gibi Batı’nın hassas olduğu değerler üzerinden mi vurmayı akıl ettiler?

Seçimlerle AKP’yi deviremeyeceğini anlayanlar, iktidarının yarısını borçlu olduğu uluslararası alandaki meşruiyetinin altını oyarak mı AKP’yi devirmeye çalışıyor?

Batı bu oyuna gelir mi? AKP buna karşı ne yapmalı?

Ve bu kadar laftan sonra vaadimi tutup başlıkta soruya geldim.

Peki, AKP Batı’dan vurulur mu?

Bu sorunun cevabını AKP’nin demokratikleşme heyecanından, Batı’nın AİHM başörtüsü kararı gibi oryantalizm tuzağına düşüp düşmeyeceğine kadar pek çok başka parametre belirleyecek. Tek söyleyebileceğim AKP’yi Batı’dan vurmak isteyenlerin işinin hiç kolay olmayacağı.

Gerisini bu 13. sayfayı bana verseler anlatırdım ama...

Yıldıray Oğur

4 Mart 2009 Çarşamba

Ufuktaki Türkiye

ABD'nin en önemli stratejik araştırmalar merkezlerinden Stratfor'u yöneten George Friedman'ın bugün SABAH'ta yer alan öngörülerini okuyunca CIA'in (ABD Merkezi Haberalma Örgütü) raporunu anımsadık.
Küresel dengelerdeki değişikliklerle ilgili yazılarımızla biriki kez değindik; CIA'in araştırma birimlerinin en çok kafa yordukları konuların başında "2025'te dünya nasıl olacak?" sorusuna yanıt aramak geliyor. Belirli aralarla güncelleştirdikleri bu çalışmalarında, yaklaşık 15 yıl sonraki dünyayı ana hatlarıyla şöyle öngörüyorlar:
* ABD'nin gücü ve nüfuzu azalacak. Tek süper güç olma iddiasından çoktan vazgeçecek.
* AB gerek hantal yapısı, gerekse yaşlanan nüfusu nedeniyle etkin bir konuma gelemeyecek.
* Çin dünya sahnesinin başlıca oyuncularından biri olacak.
* Türkiye bölgesel güç olma iddiasını gerçekleştirecek ve küresel güç olma aşamasına geçecek.
Strateji uzmanı Friedman da benzer öngörülerde bulunuyor:

...

http://www.sabah.com.tr/safak.html

Erdal Şafak

Sloganla düşünülmez!

Yeri cennet olası hocam Tahir Alangu, "sloganlarla düşünülmez," derdi, "onlar aptallar içindir!" ...
Bizi altmışlı yılların sonlarında "vakitlice" uyardığı için, kendimizi genç yaşımızda öldürtmedik, bugünü bulduk...
Öyle ya, "bağımsız Türkiye" sloganını Recep Peker de atabilirdi, sosyalizmle ne ilgisi vardı bunun?
"Vietnam değil Türkistan, Mao değil Alparslan"
sloganının, evet, kime hizmet ettiği anlaşılıyordu ama ekonomik, sosyal, kültürel hiçbir şey "anlatmıyordu" ... O sıralar Çin'le papaz olan Özbek Komünist Partisi'nin sloganı bile olabilirdi bu, olamaz mıydı?
"Tek yol devrim" ... Neden? Başka yollar da var...

Şimdiden kabak tadı veren belediye seçimleri yaklaşıyor ya, partilerin sloganlarına baktım baktım... Hiçbir şey anlamadım.
Benim kalın kafama girmedi, size sorayım: Acaba "ülke senin, karar senin" sloganı hangi partiye ait olabilir?
PASOK olamaz, orası kesin de!...
"İşimiz hizmet, gücümüz millet" ... Ne anlamı var bunun?
"Beraber ıslandık biz bu yağmurda" ... Başta Beşiktaş taraftarları olmak üzere herkes söyleyebilir...
"Hazırız biz, vakit geldi, hadi hadi hadi" ... Oy mu topluyorsun, manitanı yatağa mı çağırıyorsun?
"Hepimiz biriz, beraberiz, kardeşiz" ... Yani Kürtçü değiliz, tamam, anladık da, başka neyiz? Belli değil.
"Önce iş, önce ahlak, önce insan" ... Peki kim "önce aylaklık, önce hırsızlık, önce uzaylılar" diyor? (Aylaklık kısmına ben varım. Çalışmayayım, beni beslesinler.)
Haaa, bakınız, "devletin başına Devlet gelecek" ... Bu güzel, bunu anladım. Şık bir laf.
Seçim belediye seçimi ama olsun... Gelemeyecek ama zarar yok...
İki slogan da işkembeden ben sallayayım: "Anasından er doğan, oyunu Erdoğan'a verir" ... Ya da, "denizcilerin ve balıkçıların doğal lideri Deniz" ... Bunlar ne kadar anlamlıysa, o da o kadar anlamlı.
"Şimdi CHP zamanı" ... Şimdi zamanı değil ama bunu da anladım.
Efendim eskiden eski karnıyarıkların ayrı bir lezzeti, eski sloganların ayrı bir hoşluğu ve boşluğu vardı... Eski liderlerin ayrı bir beceriksizliği, eski Türkiye'nin ayrı bir geri kalmışlığı olduğu gibi...
Örneğin "toprak işleyenin, su kullananın" sloganı, benim İSKİ'ye ortak olmamı sağlayamadı ama gene de güzel bir palavraydı.
Rusya'da da böyle yaptılar, "bütün iktidar sovyetlere", yani işçi konseylerine, dediler, bütün iktidarı önce tek partiye, sonra tek kişiye verdiler.
Türkiye'de atılan "bu düzen değişmelidir" sloganı ise, gerçekleşti.
"Bu düzülen değişmelidir" sloganını atmayı kimse akıl edemediği için, o değişmedi.

Engin Ardıç

Demokratlar üzerindeki mahalle baskısı hiç bitmez ki...

Bursa'dan İstanbul'a kara yolu ile gelirken hep Orhan Veli'nin dizelerini hatırlamaz mıyız?
"Gemliğe doğru
denizi göreceksin
Sakın şaşırma"
"Denizi görmek için" ille de Bursa'dan İstanbul'a kara yolu ile gelmenin şart olmadığını hepimiz biliriz.

...

http://www.sabah.com.tr/barlas.html

Mehmet Barlas