1 Mart 2009 Pazar

28 Şubat!

Milli devletler kendilerine özgü anma günleri yaratma konusunda çok heveslidir. Rejimin kuruluşu, ülkenin kurtuluşu türünden kutlamalarla bilinci ayakta tutmaya çalışırlar. Oysa hemen her toplumda doğal bir katılım içinde yaşanan gerçek kutlamalar dinsel ve geleneksel temalara dayanır. Bu nedenle de ulus-devletlerde milli kutlamaların çoğunlukla devlet desteğine muhtaç olması şaşırtıcı değil...

Öte yandan milli bayramların gelenek karşısındaki bu zayıflığını gidermek de mümkün değil. Durup dururken bayram portfolyonuza milli bir gün daha ilave edecek haliniz yok. Çünkü böyle bir ilave ya bir savaşı ya da büyük bir dönüşümü ima eder. Ne var ki böylesi değişim süreçleri daha önce ‘bayram’ olarak geçen günleri bir anda resmî tarihin dışına itebilir.

Türkiye bu açıdan çok şanslı bir ülke... Çünkü rejim çok uzun bir süredir sarsılmadan devam ettiği gibi, bizlere yeni anma günleri de bahşediyor. Resmî söylemden hareket edersek, bunun nedeni Türkiye’deki rejimin hem ‘son derece sağlam’ hem de ‘hâlâ kurulmakta’ olmasıdır. Rejim ‘sağlamdır’ çünkü Atatürk tarafından oluşturulmuştur ve asker tarafından da korunmaktadır. Nitekim hemen her bayramda genelkurmay başkanları bu noktaya işaret ederler ve Anıtkabir’deki anı defterine, cumhuriyetin yılmaz bekçilerinin rejimi savunmak üzere ayakta olduklarını belirtirler. Ancak bu ‘sağlam’ cumhuriyet bir taraftan da hiç bitmeyecek bir tehdit altındadır. Bir yandan ‘Türk’ olmayanların, diğer yandan da ‘laik’ olmayanların ihanete varan saldırıları karşısında rejimin korunması ve sakınılması gerektiği söylenir. Bazen bu tehditler yoğunlaştığında ise, rejim aynı temeller üzerinde ‘yeniden’ kurulur...

Çok istikrarlı bir ülke olan Türkiye’de söz konusu yeniden kurulma işleminin frekansı 10-15 yıl arasındadır. Halk dilinde ‘darbe’ denen askerî el koymalar, aslında Atatürkçü restorasyonun hayata geçtiği anlardır... Doğal olarak bu ihtiyaç çok partili hayata geçildikten sonra ortaya çıkmış ve ilk darbe de 1960’da yaşanmıştı. Hemen sonrasında o gün bir milli bayram olarak elimizdeki kısıtlı kutlama yelpazesine eklendi. Ne var ki daha sonra her on yılda bir darbe olunca, bunların her birinin kutlanmasının işi sulandıracağı belli oldu ve biz de sonradan bulduğumuz bu milli güne veda ettik.

Öte yandan 1980 darbesinin ardından toplumda farklı bir siyaset çizgisi de doğdu. Birçokları darbeleri özellikle eleştirel bir bakışla irdelemek üzere hatırlama yolunu seçtiler. Bugün darbeler devletin unutturmaya çalıştığı, ama toplumda bazı insanların ısrarla hatırladıkları özel anma günleri halinde...

Bunların en önemlilerinden biri de 28 Şubat 1997’deki ‘post modern’ müdahaleydi. Önemi ise askerin bu kez ‘yumuşak gücünü’ kullanmasındaydı... Medyanın haber çarpıtmaları ve manipülasyonları desteğinde hayata geçen bu darbe, görünüşe bakılırsa rejimi şeriat tehlikesine karşı korumak için yapılmıştı. Kullanılan strateji iki yönlüydü: O dönem iktidar ortağı olan Refah Partisi’nin en uç insanlarını öne çıkartılarak parti bu kişilerle özdeşleştiriliyor, ardından da aynı özdeşleştirme bütün dindarlar ile parti arasında yapılıyordu. Böylece tek bir örnekten hareketle Türkiye’deki tüm Müslümanların şeriatçı olduğu kanıtlanıyordu. İkinci strateji ise doğrudan sahte dindarlar yaratmaya yönelikti. Televizyonlar Aczmendi denen, o güne kadar varlığından haberdar olmadığımız, darbe sonrasında ise aniden yok olan garip bir tarikatın üyeleri ile dolup taşmıştı. Sonradan bütün o insanların para karşılığında bir müsamere oynadıkları ve bu arada rejime de katkıda bulundukları anlaşıldı.

28 Şubat müdahalesi bugünlerde devletin en unutmak istediği darbe... Çünkü kabaca aynı siyasi ve ideolojik atmosferin içindeyiz ve bugün de rejimin korunması için paralel stratejilere ihtiyaç var. Tek fark ‘yumuşak gücün’ yeterli olmaması... Medya kullanımı yine yoğun olarak devam etse de, artık Türkiye toplumunu şeriat tehlikesi ile kandırmak mümkün değil. AB üyeliğini destekleyen tek partinin ‘dindar’ bir zeminden geldiği, Anadolu kentlerinin burjuvalaşma sancısı çektiği, muhafazakâr zihinlerde engellenmesi zor bir sekülerleşmenin yaşandığı böyle bir Türkiye’de irtica tehdidinden söz etmek epeyce cahil olmayı gerektiriyor...

O nedenle de bu kez ‘sert güç’ de işin içinde... Ergenekon dava sürecinde ortaya çıkan gerçekler bu seferki girişimin kapsamı hakkında iyi bir fikir veriyor. Bir taraftan sivil toplumu hareketlendirerek ‘laikçi’ bir duyarlılık yaratıp, bunu hükümeti devirmek üzere kullanmak; öte yandan cinayetler işleyerek yaratılacak kargaşa ortamından vazife çıkarırken, askerî müdahaleyi de halk nezdinde meşru kılmak...

28 Şubat elini pisliğe sokmadan yapılabilmiş, toplumun açıkça kandırılabildiği bir darbeydi. Ergenekon ise kandırılması mümkün olmayan bir toplum karşısında zorunlu olarak elini pisliğe sokanların aradığı darbe...

Gerçi devletimiz pek memnun kalmıyor ama bizler şimdi 28 Şubat’ı unutulmayacak bir anı olarak zihnimizde taşıyoruz. Çünkü o olay, en ‘temiz’ darbeyi yaratma uğruna, darbe zihniyetinin ne denli ‘pis’ olduğunu en açık şekilde ortaya koyan teşebbüs oldu.

Ethem Mahçupyan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder