3 Mart 2009 Salı

Biz ırkçı mıyız?

Muhafazakâr kesimden gelenlerin sıkça ve güçlü bir biçimde öne sürdükleri bir tespit var. Buna göre Türkiye’de ırkçılık ve özel olarak Yahudi düşmanlığı hiçbir zaman olmamıştır ve bugün de yoktur... Söz konusu yargının dayanağı Osmanlı’nın bir hoşgörü toplumu olması ve farklı kimliklere kucak açması... Muhafazakârlar genelde Osmanlı ile ilgili son derece olumlu bir tablo çizerken, bu değerlendirmenin gerçeklikle uyuştuğu ve gayrımüslimlerce de paylaşıldığı konusunda pek kuşku duymazlar. Gerçekten de geçmişte bu toprakların farklılıkları yaşatma iradesinin çok daha güçlü olduğu açık. Ne var ki o farklılıkların yaşayabilmesinin belirli bir ayrımcılığa razı gelmeleri koşuluyla olduğu da açık...

Ancak muhafazakârlar bugün Türkiye’de ırkçılığın olmadığını söylerken, bir ilave varsayıma daha muhtaçlar. Osmanlı’da var olan aksak hoşgörünün en azından aynı biçimde Cumhuriyet rejiminde de devam ettiğini söylemiş olmaktalar. Bu ise doğruluğu epeyce su götüren bir varsayım... Çünkü ulus-devlet ideolojisi bu topraklardaki yan yana yaşama geleneğini tırpanladı. Kimliksel çeşitliliği bir tehdit olarak tanımladı... Böylece ayrımcılık doğal bir ‘tedbire’ dönüşürken, onu besleyen ve giderek doğallaşıp içselleşen bir ırkçılık üredi.

Muhafazakâr zaviyeden bakıldığında hâlâ ileri sürülebilecek bir muhakeme olabilir. Türkiye’deki ırkçılığın devlet eksenli olduğu, tahriklerle yükseldiği; oysa toplumun böyle bir bakışının olmadığı söylenebilir. Nitekim bir süre önce Ayşe Hür de antisemitizm vakalarını toparladığı yazısında genelde devlet uygulamalarından ve devlet adamı beyanatlarından söz ediyordu. Lozan’ı imzalamış olan Türkiye’nin yöneticileri, henüz iki yıl geçmeden bu toprakların gayrımüslimlerden temizlenmesi gereğini yüksek sesle söylemekteydiler. Yahudi cemaatine ise mali ve idari baskılar artmakla kalmadı, 1934’de Trakya’dan kaçmak zorunda kaldılar. Savaş yıllarında ise bu tavır tam bir utanca dönüştü... Yahudi mültecileri taşıyan Salvador gemisi ve birkaç yıl sonra da Nazi’lerden kaçan Struma gemisi bilerek tüm yolcularıyla birlikte ölüme gönderildi. Daha sonraki birçok olay ise hâlâ hafızamızda...

Burada kritik olan şu ki, devletin bu uygulamaları kemalist aydınların onay ve desteğini alırken, hiç kimseden de rahatsızlık ifade eden bir ses çıkmadı. Utanılması gereken insanlık dışı olaylar görmezden gelindi ve yok sayıldı. Belki muhafazakârlar gerçekten de ırkçı değillerdi, ama ırkçılığa karşı bir duruş sergilememek bir yana, bu uygulamalara kolayca uyum sağladılar. Dolayısıyla devletin aktif ırkçılığı ile toplumun pasif ırkçılığı birleşerek, zımni bir ideolojik koalisyon oluşturdu.

Türkiye’deki tartışmalarda bu olgu sürekli olarak gizlenir. Irkçılığın Batı’ya, modernliğe ait bir özellik olduğu, nefret temelli bu tür dışlayıcılıkların bizim ‘fıtratımızda’ bulunmadığı savunulur. Gerçekten de ırkçılık modern zihniyetin içinde serpilmiştir, çünkü modernlik otoriter zihniyeti meşru kılmış, milliyetçiliği makbul bir ideoloji haline getirmiştir. Milliyetçilik ise, gerçekliği milli çıkar uğruna çarpıtmaya cevaz veren, kendi kimliğinin yüceltilmesini diğerlerini aşağılamanın tamamlayıcısı kılan bir bakıştır. Ulus-devletler kimlik yaratma süreci içinde milliyetçiliği beslerken ırkçılığı da müdanasızca uygulamaya sokmaktan çekinmediler. Bu açıdan bakıldığında kendisini devlet zihniyetiyle özdeşleştirmeyen insanların ırkçılık suçlamasına tepki göstermeleri şaşırtıcı değil. Hatta bu tepkinin olumlu olduğunu, ırkçılığı reddeden bir tutuma işaret ettiği de söylenebilir...

Ne var ki devlet suçlaması bizleri toplum olarak aklamıyor. Yıllardan beri söz konusu devlet inisiyatifli ırkçılığa razı gelmemiz bir yana, kendi kültürümüz de potansiyel nefret ilişkilerine zemin sağlamakta. Çünkü bu toprakların kültürü maalesef ‘birlikte’ değil, ‘yan yana’ yaşamak üzerine kurulu. Bu ise, istek ve irade üzerine kurulması gereken toplumsal birlikteliği zorunlu bir beraberliğe dönüştürüyor. Diğer bir deyişle Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzyıllara direnmesi bizi yanıltmamalı... Bu direnci mümkün kılan, çevredeki değişimden etkilenmeyi erteleyecek kadar büyük olmasıydı. Ancak bir noktadan sonra çevreye uyum sağlayamayan, hızla kırılganlaşan, manevi olarak parçalanan, çaresiz ve anakronik bir devletle baş başa kalındı. Halk ise artık yan yana bile olamayacak haldeydi, çünkü bütün o ‘beraberlik’ sürecinde ‘birlikteliğin’ kültürünü oluşturamamıştı.

Dolayısıyla milliyetçiliğin dünyasında bu halk da kendi cemaatçi kalıplarına dönerek, ötekileri dışlayarak yeniden kimlikleşti... Diğerlerini ırkçılığın prizmasından geçirerek algıladık ama biz bunun ırkçılık olduğunu bile bilemedik. Hrant’ı öldüren el ırkçıydı da Pelitli sokaklarında bu kötücül niyeti duymalarına karşın evlerinin rahatlatıcı sıcaklığına gizlenenler değil miydi? Sarı Gelin diye ahlak dışı bir filmi çocuklara izlettirmek isteyenlerin ırkçılığı açık... Ama itiraz etmeden uygulamaya geçenlerin, olayı bilmesine rağmen yadırgamayanların hiç mi ırkçılıktan nasipleri yok?

Bilinmesinde yarar var... Devletin ırkçılığını meşru kılan biziz. O ırkçılığı durdurmak kendimizin ırkçı olmadığını yinelemekle mümkün değil. Aksine önce içimize sinmiş doğal ırkçılığı su yüzüne çıkarıp reddetmek gerekiyor... Çünkü kendisiyle yüzleşemeyen hiçbir toplum devletin ayrımcı eğilimlerine son veremez ve bu eğilimler sürdükçe hiçbir halk ‘birliktelik’ üretemez.
Etyen Mahçupyan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder