Devlet ideolojisinin çizdiği sınırlar içinde partilerce yönetilmeye alışık olan Türkiye, herhalde artık AKP gerçeğine alışmak üzere. Bu parti ilk hükümet döneminde sürekli ‘merkeze’ davet edilmişti, ama görünen o ki bugün AKP kendi merkezini yaratmış durumda. Söz konusu dinamiğin ardında zenginleşen, siyasete katılmak isteyen, dünyaya entegre olmanın peşinde olan ve belki bu niteliklerinden dolayı kendi kimliğini devlete kabul ettirirken, devletle çatışmaktan da hoşlanmayan bir yeni burjuvazi var. Böylece muhafazakâr kesimin içinde ilk sınıfsal ayrışmaların emareleri ortaya çıkarken, AKP de esas olarak daha üst sınıfın partisi olmaya doğru gidiyor.
Bu tercihin ima ettiği en önemli unsur, devletin ideal tasavvuruna uymamakla birlikte, devletin kabullendiği bir parti olmak... Kurulan yeni kabine ile birlikte AKP’nin kendine has bir sentez yaratma peşinde olduğunu söyleyebiliriz. Bu sentez henüz oluşmuş değil... Hâlâ eklektik bir çaba olarak duruyor. Ama AKP çok genç de bir parti ve her yeni kabine oluşumu bir kimliksel derinleşme fırsatı.
Oluşan yeni kabinenin en dikkate değer özelliği verdiği ‘makro’ mesajlar. Bir önceki hükümetin ideolojik yelpazesinin bir ucunda Cemil Çiçek, öteki ucunda ise Ertuğrul Günay yer almaktaydı. Bugün her ikisi de koltuklarını korumuş durumdalar. Dolayısıyla AKP’nin söz konusu geniş yelpazeyi korumak istediğini, kendisine esnek bir siyaset alanı yaratma kaygısını taşıdığını söyleyebiliriz. İkinci ilginç nokta başbakan yardımcılarının niteliği... Bu üç kişiden biri devletçi bakışıyla tanınan Cemil Çiçek. Ama bir diğeri de her fırsatta özgürlüklerin ve hakkaniyetin sesi olmaya çalışan ve bu yönde epeyce cesur ideolojik çıkışlar da yapan Bülent Arınç. Arınç aynı zamanda milli görüş geleneğinin duayen temsilcilerinden biri. Bu tablonun, görünüşte uyumsuz bir ikili ile yola çıkarken, aynı zamanda başbakana epeyce pragmatik bir hareket serbestiyeti getireceği de açık. Öte yandan üçüncü başbakan yardımcılığı partinin oluşumu ile ortaya çıkan, yani Erdoğan’ın doğrudan ürettiği yeni kadronun en parlak isimlerinden birine, Ali Babacan’a verilmiş durumda. Böylece devlet-gelenek-lider üçlemesini sembolik olarak taşıyan bir üst kadro meydana çıkıyor.
Yeni kabinenin verdiği bir diğer ‘makro’ mesaj ise Türkiye’ye olduğu kadar dünyaya da hitap ediyor. Ekonomi yönetimi yeni ve merkezî bir yapılanmaya giderken, koordinasyonu mümkün kılacak şekilde Ali Babacan’a bağlanıyor. Bu değişim açısından hayati öneme sahip olan Maliye Bakanlığı’na ise, dünya ekonomi dilini ve dinamiğini bilen Mehmet Şimşek getiriliyor. Dolayısıyla AKP’nin ekonomi alanında yerelden küresele doğru dönüşen bir perspektif içinde davranacağını çıkarsamak mümkün. Bu durum yerel kaynaklar etrafında rant arayarak yola çıkan yeni burjuvazinin, bugün kendisine dünya içinde yer arayan bir kimliğe eriştiğini de ifade edebilir.
Kabinenin yeni bakanlar yoluyla verdiği ‘mikro’ mesajlara gelince, burada üç isim özellikle dikkat çekiyor. Birincisi her kesimde genel takdir ve beğeni toplamış olan Nimet Çubukçu’nun, amiyane değerlendirmeyle ‘başı açık bir kadının’, laikliğin bir sorunsal olarak yaşandığı Milli Eğitim Bakanlığı’nın başına gelmesidir. Çubukçu’yu tanıyanlar bunun göstermelik bir jest olmadığını, yeni bakanın demokrat zihniyetiyle öne çıkan, siyasi kariyeri açısından pürüzsüz biri olduğunu bilirler. Bu nedenle tüm kimliklerin farklı talepleriyle karşı karşıya olan bu bakanlığın, önümüzdeki dönemde demokrat bir çizgiye doğru hareket etme potansiyeli bulunuyor.
İkinci önemli atama, geçmişte haksız bir biçimde medya manipülasyonu ile suçlanan eski Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’in Çalışma Bakanı olmasıdır. Yine tanıyanlar Dinçer’in ‘İslamcılıkla’ bir ilişkisinin olmadığını, muhafazakâr dünyanın içindeki en keskin gözlemlere imza atmış bir demokrat olduğunu bilirler. Bu atama bir anlamda geçmiş adaletsizliği izale etmek üzere yapılmış gibi görünse de, Dinçer’in kişiliğinin ve kalitesinin hükümetin genel niteliği üzerinde etkili olması beklenir.
Nihayet üçüncü önemli bakan tercihi ise, son yıllarda yeni bir dış politika anlayışının mimarı olan Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri’nin başına gelmesidir. Onun danışmanlık döneminde Türkiye çatışmacı bir zihniyetten ‘konuşmayı’ temel alan bir yaklaşıma geldi. Çevresine potansiyel krizler üzerinden değil, dayanışma ve paylaşma üzerinden bakan bir vizyon geliştirdi. Bu bakış daha proaktif olmaya çalışan, doğal ortaklarıyla birlikte geleceği kurmaya çalışan bir Türkiye tasavvuru yarattı. Ama Davutoğlu’nun asıl katkısı, bütün bunların bir bütünlük ve demokrat bir zihniyet bağlamında ortaya konabilmesidir.
Bu üç yeni bakan AKP hükümetinin önümüzdeki dönemde ilk kez demokrat bir perspektife de sahip olabileceğini ima ediyor. Ama beklentiyi çok üst düzeye çekmek de doğru değil... Çünkü asıl belirleyici olan ‘makro’ düzeydeki dengeler olacak ve Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün de yerinde kalmasının gösterdiği üzere, devlet ‘hassasiyetinin’ çok güçlü olduğu bir AKP görmeye devam edeceğiz.
Devletin ve devletçiliğin siyaset kurallarını belirlediği bir ülkede, devlet tarafından ideolojik olarak sakıncalı bulunan insanların siyaset yapması maharet ister. Hele o devlet toplumun ‘çağdaş’ sayılan kesimlerini de yanına almışsa ve hele medya da söz konusu ‘sakıncalı’ insanları yıpratmak üzere manipülasyonların içinde yer alıyorsa... AKP bu karanlık sularda yüzerken hem gerçekçiliği elden bırakmamaya, hem de siyasete damgasını vurmaya çalışıyor.
Etyen Mahçupyan
10 Mayıs 2009 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder