13 Haziran 2009 Cumartesi

EKREM DUMANLI

Metafizik derinlikten kaçarak Nereye kadar?
(CumaErtesi ekinden)


'Sinema insan gerçeğinden kaçamaz; çünkü gücünü o gerçekten alır. Düşündürürken de eğlendirirken de, ağlatırken de hep o gerçeğin derinliği ölçüsünde değer kazanır. Bir filmin etkili ve kalıcı iz bırakması da buna bağlıdır. Mesela varlık, yokluk, ölüm gibi konular sadece felsefe ya da dinin meselesi değildir. Edebiyat, sanat, kültür de bu derin mevzunun peşindedir. Sinemanın bundan kaçması ya da kaçınması düşünülemez.

Çok şık örnekler de öyle söylüyor zaten. Mesela Flatliners (Çizgiötesi/1990) bu konuda müthiş bir örnek sergiler. Bir grup tıp öğrencisi ölümün mahiyeti üzerine deney yapmaya kalkınca, bunu kafaya takınca, kendilerini ilginç bir sürecin içinde bulur. Öldükten sonra neler olacağını merak eden mütecessis gençler elektroşokla birbirinin hayatına birkaç dakikalığına son verir. Kalp atışlarının düz bir çizgiye dönüştüğü geçici ölüm anında neler hissettiklerini yakalamaya çalışırlar. Başrollerini Julia Roberts, Kevin Bacon ve Kiefer Sutherland'ın yaptığı film, hayat ile ölüm arasındaki ince çizgiden yola çıkarak en derin felsefî konuları içerecek bir çılgın senaryoya dönüşüverir. Aslında herkesin o daracık zaman aralığında yakaladığı şey bir günahla vicdanın çatıştığı yeri işaretliyordu.

Sadece ölüm ya da ölüm sonrası değil; hayatın manası da varlığın hikmeti de edebiyat ve sanatın ana temaları arasında yer alıyor. Sinemanın bu gerçekten kaçması mümkün mü? Mesela Carl Sagan'ın aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan ve başrolünü Jodie Foster'ın oynadığı Contact (Mesaj/1997) da aslında fizik-metafizik tartışmasının tam merkezindedir. Filmin kahramanı bir bilim kadını. Evrenimiz dışında bir başka dünyanın var olabileceğini düşünür ve en son teknolojiyi kullanarak evrenin diğer ucundan gelecek bir mesaj arar. Büyük bir şirketin sponsorluğunda kurulan bir bilim merkezi imkân sağlar ve uzayın derinliklerine seyahat için uzay aracı ile fırlatılır. Ancak bambaşka bir âlemde gözlerini açar. Cennetleri çağrıştıran ve güzelliği ile göz kamaştıran bu âlemde karşısına çocuk yaşta kaybettiği ve büyük bir özlem beslediği babası çıkar. Ne var ki uzay aracının aslında fırlatılamadığı, denizin dibine doğru çakıldığı ve kendisinin de son anda kurtarıldığı söylenir. Kahramanımız, babasıyla görüştüğünü nakleder ama bazı bilim adamları buna inanmaz. Somut bazı veriler de inanmayanları doğrular mahiyettedir. Lakin birkaç dakikalık kaza anına rağmen düşüş sırasında açık olan kayıt cihazı onlarca saat kayıt yapmıştır. Başka bir âlem? Başka bir boyut? Metafizik?

Sinemadaki metafizik unsurlar sadece din-bilim bağlamında yeni kapılar açmaz aslında. Kimi zaman kendine göre bir romantizm de üretebilir. Mesela bütün zamanların en güzel aşk hikâyelerinden biri olan Ghost'ta (Hayalet/1990) sevgili, öldürüldükten sonra aşkına bir kerecik de olsa dokunmak ister. Yakın arkadaşının ihanetine uğramıştır. Ve katil, sevgilisinin yanındadır. Film içinde görülür ki vefat edenlerin ruhları çok da uzağımızda değildir. Rüya, yakaza, kabir, haşir, berzah gibi değişik açılardan ele alınabilecek dünyaların sinemaya aksedebilmesi biraz da ilhama bağlıdır; tıpkı bizdeki katı pozitivist takıntılardan kurtulmaya bağlı olduğu gibi.

Field of Dreams (Düşler Tarlası/1989) bir Türk yapımı olsaydı büyük bir ihtimalle eleştirmenler tarafından delik deşik edilirdi. Düşünün ki boş bir tarladan gizemli fısıltılar gelir. Cihetsiz ses, ısrarla 'Buraya bina edersen, o gelecek' diyor. Ne tuhaftır ki bu sesi sadece tarla sahibi (Kevin Costner) ve ailesi duyuracaktır. Ekonomik sıkıntıdan dolayı yakın dostları tarlanın satılması gerektiğinde hemfikirdir. Ne var ki esrarengiz ses yükselecek, devasa bir beyzbol sahası yapılmasına vesile olacaktır. Beyzbol oyuncularından biri, kahramanın babasıdır ama gençlik dönemini yaşamaktadır. Küçük yaşta babasını kaybeden adam babasının genç haliyle beyzbol oynarken aile bağlarının ne denli güçlü bir duygu olduğunu hissedersiniz. Bir tartışma sırasında evin çocuğu yere düşer ve doktora ihtiyaç duyulur. O esnada yardım edebilecek doktorun tek şansı boyut değiştirmeyi göze almasıdır.

Metafizik beslenmelerin senaryolara katkısını teyit edecek çok sayıda film ismi verilebilir. Ancak asıl önemli olan bu filmleri peşi peşine sıralamak değil; kaba pozitivizmi aşacak senaryolara hazır hale gelmektir. Türk sineması, tıpkı kurguya dayalı sanatların diğer modern ürünlerinde olduğu gibi yakasını bir türlü materyalist felsefeden ve aşırı bilimsellik takıntısından kurtaramıyor. Dünya sineması da bu girdaba bizim kadar saplansaydı senaryo kısırlığı dayanılmaz ölçülere ulaşırdı. Bruce Willis'in başrolünü oynadığı Altıncı His'e (Sixth Sense/1999) benzeyen yüzlerce film var. 4 dalda Oscar'a aday olan Green Mile (Yeşil Yol/1999) masumiyetini ispatlayamadığı için iki çocuğu öldürmekten idam cezasına çarptırılmış bir adamın hikâyesini resmediyor. O hikâyede manevî güçlerle ortaya konan sahneler evliya menkıbelerinde tasvir edilen olaylardan geri değildir. Buna rağmen etkileyicidir; çünkü bu duygular da insan gerçeğinin bir parçasıdır. Bizde "olağanüstü olayların" yaşandığı bir senaryonun yazılabilmesi için "evliya menkıbelerini" işlemek gerekiyor. Çünkü ilkel pozitivizm anlayışı bize her şeyin laboratuvar gözlemine dayanması gerektiğini dayatıyor ve bu önermeyi modern bir amentüye dönüştürüyor. Oysa artık "ne laboratuvarda var olan her şey vardır, tespit edilemeyen yoktur" düşüncesinin geçerliliği söz konusudur ne de Comte'nin söylediği "Biz bir şeyin niçinine değil nasılına bakarız." sözünün sanattaki geçerliliği kalmıştır. Zaten insanoğlu hem nasılı merak ediyor hem niçini...

Vaktiyle Osman Sınav'ın bir TV dizisinde kahraman "mucizevî bir şekilde" hayata dönmüştü de senaryo yaylım ateşine maruz kalmıştı. Modern zamanda hikâyelerin sürekli mercek altına tutulurken "nasıl bir mesaj veriliyor" sorgusuna maruz kalması ve orada "rejime yönelik bir tehdit" beklenmesi, hikâyeleri tam takır kuru bakır mesafesine indirgemiştir. Mesele sihir, keramet, cin, şeytan vesaire gibi noktalara kayılması değil. Mesele, üretici zekânın insan ruhuna yakın durması ve bu yolla insan gerçeğini keşfederken daha evrensel bir dil yakalamasıdır.

Tabii ki insandan kaçmayan sinema, insana yaklaştıkça çatışmaya da yaklaşacak. Bedenle ruhun, nefisle şeytanın, iyilikle kötülüğün nasıl da iç içe girdiğini görecek, gösterecek. İzninizle o çatışmanın aksettirilmesine de bir sonraki yazıda değinelim.

1 yorum: