3 Haziran 2009 Çarşamba

'Frapan gazeteci' ne yapsın?!.

Türkiye-Avrupa ilişkilerinin ele alınacağı konferans için Madrid'e giderken, mezun olduktan sonra göremediğim bir arkadaşla karşılaşacağım aklımın ucundan geçmemişti.

Aynı sıralarda okuduğumuz arkadaş, kariyer olarak Dışişleri'ni seçmiş ve kıdemli bir diplomat olmuştu.

Kaderin cilvesi bu ya, konuşmacı olarak katıldığım konferansı, o rapor etmek için izliyordu. Konuşulanlar sakıncalı değildi. Ama yine de ona, "Raporu yazarken arkadaşlığımızı unutma." diye takıldım. Bu sözüme ne kadar uydu bilmiyorum, ama vakit buldukça hem hasret giderdik hem de birçok meseleyi konuştuk. Üniversiteden hatırladığım kadarıyla, ders dışında işlerle meşgul olmayan, Atatürkçü-sosyal demokrat çizgisi vardı. Ama yaşadıkları ve okumaları, onu bayağı değiştirmişti. İlber Hoca'nın kitapları, Osmanlı'ya bakışını olumlu yönde değiştirmişti. Yükselen dış politikada grafiğinden memnundu. Sıkı bir AB taraftarıydı. Demokrasideki eksiklerimizi Avrupa'dan daha iyi görüyor; AK Parti'nin reform çabasını önemli buluyordu. Askerin siyasete müdahalesinden, yargının demokrasiye uymayan kararlarından rahatsızdı.

Bir seçim atmosferinde bütün bunları konuştuğumuz için kendimi tutamayıp oy kullanma imkânı olsa hangi partiyi tercih edeceğini sordum. Anlattıkları, AK Parti'ye işaret ediyordu. Çünkü mevcutlar arasında yukarıdaki profile en yakın parti bu olabilirdi. Ama o 'CHP' dedi. CHP'nin ve lideri Deniz Baykal'ın askerin siyasete müdahalesinden düşünce özgürlüğüne, Kürt meselesinden AB reformlarına birçok konudaki tutumu ile bu tercihinin örtüşüp örtüşmediğini sorunca, dikkate alması halinde CHP'nin çok işine yarayacak bir tahlil yaptı. 367 krizinden 27 Nisan bildirisine, Kürt meselesinden 301. maddeye CHP'nin izlediği siyaseti yanlış buluyordu. Ona göre AB süreci, Atatürk'ün Türkiye'ye gösterdiği hedefti ve CHP'nin negatif tavrı anlamsızdı.

Kısaca, CHP'ye desteği, gönüllü ve rasyonel bir karar değil, artan kutuplaşmanın etkisiyle yaptığı zoraki bir tercihti. Demek ki, CHP gerçek sosyal demokrat bir çizgiye kavuşsa, birçok insanın zoraki değil, gönüllü desteğini alacak ve belki iktidar alternatifi olacaktı. Baykal, Türkiye'nin önünü açacak reformlara destek verse, sadece ülkeye değil, partisine de büyük hizmet etmiş olacaktı.

Geçtiğimiz yıl CHP'nin Brüksel'de bir ofis açması, 2002 ve 2003'te AB'ye verdiği desteği unutup ulusalcılıkta Kerinçsiz'le yarışa giren CHP'yi hayretle izleyen herkes için umut ışığı olmuştu. Ancak CHP milletvekili Şahin Mengü'nün, Almanya'da Ergenekon lehine yapılan bir toplantıda sarf ettiği sözler, başta Avrupalılar olmak üzere herkesi hayal kırıklığına uğrattı.

Zira, CHP'nin büroyu zorunluluktan açtığını söyleyen Mengü, şöyle diyordu: "Avrupalılara bazı şeyleri anlatmak demek, Avrupalılara teslim olmak anlamında değil. Ancak ben Brüksel'de yaşamışım, tanık oldum. Brüksel'de bir dinci gazetenin çok frapan bir temsilcisi var. Çok ciddi de para veriyorlar herhalde. Her gün AB'nin Türkiye ile ilgili yetkin kişileriyle bir arada bu adam. Ve Avrupalı, bizi bunların ağzından tanıyor. Şimdi burada hata bizde. Biz bu hatadan dönmeye başladık. Duymuşsunuzdur muhakkak, CHP evvela Brüksel'de bir temsilcilik açtı."

Mengü, bu sözlerle partisini düşürdüğü duruma dikkat etmeden, dinci diyerek Zaman'ı, frapan diyerek de aklınca Selçuk Gültaşlı'yı hedef aldı. CHP'li vekiller bununla da yetinmedi. Mersin milletvekili Ali Rıza Öztürk, Medya Müfettişi programında bu hakareti ele alan TRT aleyhine Meclis'e önerge verdi.

Halbuki Mengü'den öğrendiğimiz bu arka plandan habersiz Gültaşlı, CHP'nin açılımına ne kadar da sevinmişti. Çünkü o, sadece Brüksel'in nabzını tutmakla kalmıyor; terörden Ermeni meselesine, AK Parti'den Alevi konusuna, yeni Türkiye'nin gerçeklerinin Avrupa'da daha iyi anlaşılması için çabalıyordu. Frapan gazeteci, ileride Türkiye-AB ilişkilerini ele alacak olanların unutmaması gereken bir isimdi. Ona göre, CHP'nin Brüksel'e gelmesi de AB yolunda olumlu bir adımdı. Mengü'nün derdi, AB süreci ve Türkiye'nin demokratikleşmesi olsaydı, hangi gazeteye çalıştığına bakmadan onun bu uğurda yaptıklarıyla iftihar ederdi. Lütfedip onunla 5-10 dakika konuşsa, onun 'ilerici' fikirleri karşısında şaşıracaktı. Ama niyet bozuksa, frapan gazeteci ne yapsın. Umalım, bu tutum, Baykal'ın da paylaştığı bir yaklaşım olmasın...

Abdülhamit Bilici

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder