20 Mart 2009 Cuma

Kötü Niyet

Balbay’ın günlükleri, Türkiye’deki ‘cumhuriyet’ rejimini anlamak açısından muhtemelen Özden Örnek’in günlüklerinden daha açıklayıcı olacak. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın yazdıklarını okuduğunuzda yazara ister istemez bir sempati de duyuyordunuz. Sonuçta farklı bir komuta heyetinin içinde olduğu takdirde bu işlere hiç bulaşmama ihtimali olan biri vardı karşımızda. Çoğu zaman saf, meraklı bir bakışı yansıtan ve nerdeyse bütününde samimi bir metin kaleme alınmıştı. Balbay ise bir yandan mesafeli gözlemler yaparken, öte yandan içten içe kendi ruhunu da nasıl muhtemel bir darbenin cazibesine teslim etmiş olduğunu ortaya koyuyor.

Dolayısıyla Balbay’ın tuttuğu notlar çok daha siyasi ve hedefe yönelik. Örnek’in günlüğünde yazarın bazen ne denli sıkıldığını, yaşadıklarının bir bölümünü külfet gibi algıladığını hissediyordunuz. Oysa Balbay’ın katıldığı davetlerden ne denli haz aldığı ve ‘işini’ de ne denli önemsediği görülüyor. Mobilyaların, heykellerin, hatta merdivenlerin tasvirinde sadece gazetecilik değil, bir büyük projenin parçası olmaktan gelen gurur var sanki.

Söz konusu proje ise ‘cumhuriyet’ adına demokrasinin tırpanlanması, seçilmiş hükümetin indirilmesi. Diğer bir deyişle ‘cumhuriyetin’ bir askerî vesayet rejimi olarak tescilinin yeniden sağlanması... Oysa bu Anayasal bir suç... Ancak bunun hiçbir önemi yok, çünkü Anayasa denen şey de Türkiye’de darbelerden sonra ve darbecilerin istediği gibi yazılan bir metin. Dahası hukukçular da bundan gocunmamak bir yana, sanki darbe olmadan Anayasa yazılamazmış gibi davranıyorlar. Dolayısıyla darbecilerin nasıl bu kadar müdanasız olabildiklerini anlıyoruz. Kısaca ifade edersek onlar zaten hukukun üzerindeler...

Bugün Ergenekon davası, hukuku evrensel düzlemine çekmeye ve hukukun üzerinde olanları da içermeye çalışıyor. Kişiler esas görevlerini yanlış yapmaları nedeniyle değil, yapmamaları gereken bir işe soyunmaları nedeniyle suçlanıyorlar. Diğer bir deyişle meslekleri ne olursa olsun bazı vatandaşların demokratik düzeni yıkmak üzere darbe girişimi içinde olmaları ‘suç’ sayılıyor. Bu açıdan bakıldığında Eruygur, Tolon ve Balbay’ın asker veya gazeteci olmaları ile, örneğin kaportacı ya da aşçı olmaları arasında bir fark yok. Ancak bürokrasi ve medyanın demokratik düzen açısından kritik olan rollerini dikkate alırsak, bu kişilerin açıkça bir ‘kamusal suistimal’ eylemi içinde olduklarını, yani ellerindeki kamusal gücü ‘bilinçli olarak kötü niyetle’ kullandıklarını da gözardı etmemek gerekiyor.

Oysa günlüklere baktığınızda bilinçliliği açıkça görmek mümkünse de, ‘kötü niyeti’ belirgin bir biçimde tespit etmek zor. Çünkü insanlar halisane duygularla konuşur gözüküyor, samimi endişelerini dile getiriyorlar. Hiçbirinde soyundukları işin yanlışlığına dair bir kuşku yok. Aksine görevin aciliyeti altında çaresiz kalan insanlara benziyorlar. Bunun anlamı, Türkiye’de ordu ve medyanın bir bölümünün demokratik kültür ve tasavvurdan nasibini almadığıdır. Darbe yapmak onlar için ‘doğal’ bir eylem... Yapmamaları gereken bir iş değil, aksine sanki fırsat yaratıp gerçekleştirmeleri gereken bir görev.

Bu anlayışın altında yatan ideolojik algılamayı Balbay’ın notlarında buluyoruz. Aytaç Yalman 2002 seçimleri sonrasında şöyle diyor: “ Bu seçim sonuçlarına millet iradesi diyemiyorum. Bu ümmet iradesi... Demek ki biz daha ulus olamadık. Bu onun yansıması. Üniter devleti kurup halkı uluslaştırmak o kadar kolay değil. Aydınlanma hareketini tam olarak tamamlayamadık.” Bu veciz sözlerden anlıyoruz ki ‘millet’, ancak halkın askerin istediği gibi olması ve davranması halinde oluşmaktadır. Aydınlanma ise halkın askerin beklentisine uygun şekilde milletleşmesidir... Entelektüel düzeyle ilgili laf etmeye hiç gerek yok. Ama bunun sadece bir tür ‘cehalet’ olmadığını vurgulamakta yarar var. Bu bir zihniyet... Otoriter zihniyet içinden dünyaya bakıyorsanız zaten buna benzer bir kanaat geliştirir ve kafanızdaki doğruyu da güç kullanarak hayata geçirmeye eğilimli olursunuz.

Bu durumda acaba söz konusu darbe girişimini hevesli bir grubun otoriter zihniyete sahip olmasıyla açıklayıp, onları biraz mazur görebilir miyiz? Meseleyi kişilerin yetişme tarzlarına ve kemalizme olan bağlılıklarına bağlayıp, ‘sistem sorunu’ diyebilir miyiz? Kısacası acaba ‘burada belirli bir zihniyet var ama kötü niyet yok’ tespiti yapılabilir mi?

Belki bu mümkün olabilirdi ama Balbay’ın kıymetli notları bize söz konusu zihniyetin arka planını da veriyor. Mehmet İlhan’la 2003 yılında yapılmış bir sohbetle ilişkili olarak şu alıntıyı okuyoruz: “Kemalizmi bir ideoloji olarak gösteremediğimizi biliyorlar... Bunu söylüyorlar bize.” Bu basit tespit askerin kemalizmin zaaflarının farkında olduğunu, kemalizmin bir ideoloji olarak işlevsiz kaldığını bildiğini; ama ona rağmen kemalizmi bir araç olarak kullandığını ima ediyor. Yani amacın kemalist rejim için fedakârlıktan ziyade, kendi çıkarları uğruna kemalizmin kullanılması olduğunu anlıyoruz. Karşımızda yetişme tarzları nedeniyle ‘yanlışa’ inanan bir grup değil, bilerek ‘yanlışı’ sürdüren bir grup var.

Demokratik düzen açısından bakıldığında ‘kötü niyetin’ sisteme yedirildiği bir rejim içinde yaşıyoruz. Askerî vesayet denen şey, aynı zamanda bu ‘kötü niyetin’ keyfiliğini de yansıtıyor. Biz ise bu kendine özgü rejime ‘cumhuriyet’ demeyi sürdürüyoruz...

Etyen Mahçupyan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder