22 Mart 2009 Pazar

Nusret'in kahramanı tarih yazdığı geceyi anlatıyor

18 Mart Çanakkale deniz zaferinin binlerce kahramanı vardır ya, Miralay Cevad Bey (Paşa) ve Selahaddin Adil Bey (Paşa) nedense hafızamızın kimsesizler mezarlığına gömülmüş gibidir. O gün savunmamızın komutanı Cevad Paşa'dır, dolayısıyla eğer 18 Mart'ı anıyorsak, Cevad Paşa'nın adını anmadan konuşamamamız gerekir.

Ama konuşuyoruz işte. Bir de Selahaddin Adil Paşa vardır ki, Cevad Paşa o gün Kirte'ye teftişe gittiği için savunmamızı yönetmiştir ve gerçek Çanakkale kahramanı olarak anılmayı fazlasıyla hak etmektedir. İyi de kim anar, kim bilir Selahaddin Adil'i?

Siz, biz neyse ne de, şaşıracaksınız belki ama oğlu bile bilmezmiş babasının Çanakkale'nin kahramanı olduğunu. Bunu ancak 1953 yılında düzenlenen bir konferansta babası kendisinden tek kelime bahsetmeden Çanakkale savaşını anlatana kadar da bilmiyormuş. Hatta konuşmadan sonra hayret etmiş, babam bu savaşın tarihini ne kadar iyi biliyor, diye. Paşa konuşmasını bitirmiş, deniz tarihçisi Abidin Daver çıkmış kürsüye ve demiş ki: Bu tarihçi zannettiğiniz mütevazı şahıs, 18 Mart'ın gerçek kahramanıdır, bakmayın kendisinden bahsetmeyişine. Düşünün, oğlu bu söz üzerine uyanıyor ve babasının Çanakkale deniz savaşını idare eden komutan olduğunu anlıyor!

Yani susmuştur Paşa. Dedem Mustafa Armağan da Çanakkale savaşına katılmıştır ama o da genellikle susmayı tercih etmiştir. Sohbetler arasında geçen birkaç anekdot, o kadar. Neden? Çünkü dışarıdakiler hiç anlayabilirler miydi onların yaşadıklarını? Ortak bir dilleri yoktu ki! Ortak bir hayatları olmayanlar ortak bir dil kuramazlardı da ondan. Çöle mi konuşacaklardı?

Susmayı tercih ettiler onun için. Bu yüzden Çanakkale üzerine hatıratlar pek nadirdir. Yazılanlar da çok sonraları kaleme alınmıştır birkaç istisna hariç. Misal mi? Nusret mayın gemisinin cesaret ve kararlılığı. Geminin komutanı Tophaneli Hakkı Kaptan ve Nazmi Kaptan'ın 18 Mart'tan iki gece önce gerçekleştirdikleri bu dönüm noktası niteliğindeki kahramanlık da uzun süre esrarını koruyan olaylardandı.

"Yedigün" Dergisi muhabiri Naci Sadullah gidip Nazmi Kaptan'ı bir kahvede bulmasa belki de biz o gecenin gerçek öyküsüne hep yabancı kalacaktık. İşte 1935 yılında çıkan bu tarihî röportajı 74 yıl sonra sizlere aktarırken, Çanakkale'nin mucizevi örtüsünü biraz daha araladığınızı sizler de benim gibi hissedeceksiniz, eminim.

Şimdi 16 Mart 1915 gecesine uzanalım ve Nazmi Kaptan'ı can kulağıyla dinleyelim:

"İçeriye girdiğim zaman ayakta bulunan Miralay Cevad Bey yanıma geldi. Elini omzuma koydu ve gözlerimin içine baktı.

- Oğlum, dedi, sana çok mühim bir vazife terettüp ediyor. Ve, bir hakikati gizlemiş olmamak için söyleyeyim ki, üzerine alacağın işte, ölmek ihtimali, sağ dönmek umudundan çok daha fazladır. Fakat şunu da bil ki, bu vazife uğrunda ölmenin şerefi, bu kadar şerefli bir vazifeyi deruhteden mahrum kalan kahramanların azaplarından çok büyüktür.

Cevad Bey, bana kendini takip etmemi emrederek köşedeki geniş masaya yaklaştı. Boğazın büyük haritasından, harp sahasının o en tehlikeli noktasını gösterdi:

- Yarın akşam, dedi, Nusret vapuruyla buraya mayın dökeceksin! (...)

Gemide yirmi tane mayın vardı. Kepez'de, düşman karakol gemilerinin yollarını Seddülbahir'e çevirmelerini bekledik. Ve onların arkasından Karanlık Liman istikametini tutarak yine yol almaya başladık. Nihayet, Erenköy önlerine vardık. Ve bütün mayınları, zikzaklama, yani irtibatsız olarak serptik. O geçidi tamamiyle tıkadıktan sonra dönmeğe başlamıştık.

Fakat o zamana kadar düşman karakol gemileri de geri dönmüşler, ve aramızdaki mesafeyi gittikçe azaltarak arkamızdan geliyorlardı. Asıl facia, ara verdikleri projektörle tarama ameliyesine başladıkları zaman kopacaktı. Mutlaka görülecek ve mutlaka yanacaktık. (...) Nihayet, korktuğumuz başımıza geldi. Ve düşman karakol gemilerinin projektörleri yandı.

Artık görülmemek ve kurtulmak umudu kalmamış gibiydi. Nitekim nihayet projektörlerden birisi bizim istikametimize çevrilmişti. Ve ışık dalgası, sahilleri, dalgaları taraya taraya, arada bir durarak, arada bir gerileyerek ağır ağır üstümüze doğru geliyordu.

Ölüm ve ışık dalgasının içine girmemize sekiz, on, nihayet on beş saniye kalmıştı. Fakat tam o sırada bir şey, bir harika, bir mucize, hem de mayın dökmeye gelirken görünmekten kurtuluşumuzdan daha yaman, daha büyük bir mucize oldu.

Bizim sahilde birdenbire yanan projektörlerimizle düşman projektörleri birkaç saniye içinde göz göze geldiler ve ortalığı sise yakın, kesif bir beyazlığa boğan bu umulmadık ışık anaforu bizi yaşama umutlarımıza kavuşturdu. Zira karşılaşan dost ve düşman gözleri kamaşmışlar, birbirlerini boğmuşlar, kör etmişlerdi. Ve bu vaziyet devam ettikçe bizim görülebilmemize imkân kalmamıştı. Düşman projektörü kendisini görmek imkânından mahrum bırakan vaziyetten kurtulmaya çabalıyor, kaçıyor, fakat bizimki mütemadiyen izini takip ediyor, bir lahza boş bırakmıyordu. Ve biz bu bazen üstümüzde, bazen yanımızda cereyan eden ışık çarpışması altında kaçıyorduk.

O anlarda duyduğumuz heyecan bütün bir ömrü doldurabilir, bütün bir ömrü eritebilir, diyebilirim. Nihayet, her saniyesi bir asır geçen uzun bir kaçıştan sonra tehlikeli mıntıka haricine çıkabildik.

O anda Nazmi Kaptan'ın yüzüne elle tutulabilecek kadar kesif ve hazin bir elem sinmişti..

- Ben, dedi, şüphe yok ki, hayatımın en bahtiyar gününü, hayatımın en korkunç gecesinin sabahında yaşadım. Fakat Nusret'in cesur süvarisi Tophaneli Hakkı Kaptan, maalesef, üçüncü gecemizin sabahındaki bayrama kavuşamadı. Zira atlattığımız vartanın heyecanı, onu öyle sarsmıştı ki, biçare o gece, şafağa kavuşamadan öldü!"

Mustafa Armağan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder