9 Şubat 2009 Pazartesi

Türk şirketlerinin gelecek arayışları (1)

Bir süredir ilgi sahamı yurtdışındaki Türkler üzerine kaydırmış durumdayım. Bu yüzden elden geldiğince yurtdışı toplantı ve konferanslara icabet etmeye gayret ediyorum. Artık Çin, Hindistan, Kuzey Afrika ve kısaca dünyanın her yerinden gelen rekabet baskısı Anadolu'nun en arka mahallelerine kadar sirayet etti.

O halde Türklerin 'iç pazar' diye bir kavramın kalmadığını acilen öğrenmesi gerekiyor. İlgi sahasını, malını satma ihtimali olan bütün coğrafyalara kaydırması şart.

Türk şirketlerinin dışa açılması gündemini birkaç yazıda tartışmak istiyorum. Konuya üretim ve markalaşma ile başlamak gerek. Türkiye'de şirketlerin az çok başardığı hususların başında üretim geliyor. Bu konuda rüştümüzü ispat ettik. Rusya ve İran'ı da içermek üzere, Balkanlar'dan Doğu Avrupa'ya, Kafkaslar'dan Orta Asya'nın derinliklerine Türk cumhuriyetlerine, Ortadoğu'dan Kuzey Afrika'ya kadar olan Türkiye'yi çevreleyen dev coğrafyada sadece Türkiye üretim ekonomisi oturtmuş, çeşitlendirmiş, kaliteyi tutturmuş, ihracatının yüzde 90'ını imalat sanayiine kaydırmış ve bunu dünyanın en zoru olan Avrupa pazarına satabilir hale gelmiştir. Yapılan ve yapılacak reformlarla, büyüyen ekonomisi, hızla artan kişi başına geliri ve genç nüfusu ile Türkiye, gelecek dönemin üretim üssü olacaktır.

Ancak bu önemli kazanımı şimdi iki alanda hızla taçlandırmamız gerekiyor. Birisi markalaşma, diğeri ise pazarlama. Dışa açılmada bu iki husus kritik değerde.

Geldiğimiz aşamada şirketlerimizin üretim gerçeği ile pazarlama gerçeğini birleştirmeleri şart. Şöyle ki; fiilen üretimden çekildiği halde markasını, dağıtım zinciri üzerindeki hakimiyetini, üretim üzerindeki organizasyon kabiliyetini sürdürerek dünyanın dört bir yerinde fason olarak imal ettirdiği malları satıp esas kârı kendi cebine indiren küresel şirketler tarafından kuşatılmış durumdayız.

Fasoncunun kaderi geceleri uykusuz geçirmektir! "Acaba bu iş bir gün elimden alınıp başkasına verilir mi?" kaygısı yer bitirir. Bir çeşit 'köledir' o. Küresel şirketler aynı malı dünyanın çeşitli yerlerinde onlarca firmaya ürettirerek tek bir firmaya bağlı kalmadığı gibi, her bir firmanın ensesine oturuyor, standartları tanımlıyor, hatta alacağı fiyatı da 'dikte' ediyor. Sana kalan ise efendinin emrettiği fiyat için maliyetleri tutturmak. Bu iş ne kadar uzarsa uzasın, günün sonunda yaptığımız şeyin adı 'amelelik', sonu da aslında 'fukaralık' olacaktır.

Bakınız, Türkiye'nin ihracatı beş-altı sene zarfında 30 milyar dolar sınırından 130 milyar dolar sınırına ok gibi fırladı. Yakın gelecekte 500 milyar dolar hedefi son derece görülebilir hale gelecek. Ancak Türkiye'den dünyaya akıp giden devasa hacim içinde üzerindeki 'markaya' baktığınızda kaç adet Türk markası görebiliyoruz? Dünya markalarının Türkiye'de üretim yapması iyi, ancak bu yeter mi? Artık büyük markalar ürettikleri ülkenin bile adını koymaz oldular. Adam, örneğin, 'Made in Sony' yazıyor. Artık marka arayan dünyalı bununla yetiniyor. "Benim için bu markanın kendisi garantidir, üretildiği ülke değil." diyor.

Evet, birçok dünya markasına fason parça vermiş olacağız; ancak bu ürünlerin bizim tarafımızdan üretildiğini bilen hiçbir 'nihai kullanıcı' olmayacak. İşine gelmediği her an da ülkemizden daha uygun şartlı ülkelere gidecekler. Marka başkasının, pazar başkasının, elimizde ne kalacak? Çıkarılması gereken büyük ders; markalaşma yolunda artık dev adımların atılması gereğiyle ilgilidir. Hükümetin bu konudaki gayretleri kadar şirketler kendileri için gayret sarf etmiyor. Dünyada ilk defa Türkiye 'Turquality' diye bir devlet markası oluşturarak, Türk şirketlerini bu markanın çatısı altına almaya çalışıyor.

Sistem en tepeden en tabana kadar halkı devlet kapısında el açar hale getirmiş. Kendi kaderine sahip çıkmak yerine her olayda "Hükümet nerede?" diye soruyoruz. 100 birimlik 'günah endeksi' çıkaralım. Hadi diyelim 30 birimi hükümetin olsun. Sen 70 birimlik kendi günahlarına odaklansan şirketini uçuracaksın. Devam edeceğim.

İbrahim Öztürk

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder