18 Şubat 2009 Çarşamba

“Doğru” ile “iyi” arasında Obama - 1

“Önce devlet, sonra akıl” tercihinden mustarip Türk diplomasisi, en iyi ihtimalle marazi bir uyuşukluğa daha ileri vakalarda ise tam bir körleşmeye yol açan bu ikilemden kendini kurtaramadığı ölçüde başarısız oluyor.

Aklını milliyetçi önyargılara ipotek etmeyi reddeden diplomatlar, Hariciye’nin dünü gibi, bugününde de gri bir çakıltaşı yığınının arasına hasbelkader karışmış kristaller gibi ışıldıyorlar ışıldamasına ama onların pırıltısı, bir bütün olarak bu ülkenin dış politika teknisyenliğine yansımıyor.

Amerika’da Barack Obama’nın başkan seçilmesinin Türk diplomasisi üzerinde “orta ölçekli bir felaket” etkisi yapması büyük ölçüde bundandı.

2007 ve 2008’in ilk yarısındaki mesailerinin büyük bölümünü “Obama’nın hiç şansı yok” terennümünü birbirlerine ve daha da beteri, kendilerine kulak veren siyasetçilere tekrarlayarak geçiren diplomatlar, Beyaz Ev’de görmek istedikleri şahsın, şansı seçim yarışının başından beri sıfıra yakın olan Cumhuriyetçi aday John McCain olduğunu âlemden gizleme zahmetini bile göstermediler çoğu zaman.

Dürüstlüğü, demokratlığı, dobralığı seçim malzemesi yapan bir politikacının, siyasi ve diplomatik kültürü bu bileşenler üzerine kurulmamış bir devlete iyi müttefik olamayacağı kabulü, Obama’yı Ankara nezdinde “istenmeyen aday” kıldı.

Ermeni Soykırımı’ndan söz etmekle kalmayıp bundan söz etmeyi ahlaki bir tercih olarak da savunan bir adamın Beyaz Ev’e yerleşmesi olasılığı devletimizi korkuttu.

Gül ve Erdoğan’a mesajlar

Korkunun hayata faydası yok.

“Başkan Obama” gerçeğiyle yüzleşen Türk Hariciyesi son üç buçuk aydır, daha önce diyalog kurmak için yeterince çaba göstermediği genç liderle yakınlaşmaya çalışıyor.

İşin vahim tarafı şu:

Washington gibi, uluslararası gündemdeki hemen her konuyla ilgili olarak diplomasi yürütmenin sadece mümkün değil, gerekli de olduğu bir başkentte görev yapan Türk diplomatları, senelerdir yaptıklarından daha da yoğun biçimde bütün zaman, enerji ve becerilerini tek bir konuya harcıyorlar.

Bugünlerde Ankara, ABD’deki yeni yönetimden öncelikli beklentisini, dünya politikasının ve ikili ilişkilerin geniş kapsamını hiçe sayarcasına şu biricik cümlede özetleyebiliyor:

“Yeter ki Obama ‘soykırım’ demesin.”

İşte bu ortamda, Barack Obama’nın Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’ı arayarak verdiği mesajlar önemli.

Bir kere, ABD Başkanı hem Gül’ü hem Erdoğan’ı arayıp ikili işbirliğine verdiği önemi açıkça ifade etmekle, her iki liderle de yakın diyalog yürüteceğini gösterdi; Washington’ın yeni dönemde, Türkiye’yle üst düzey temasını, Erdoğan üzerinden kurmakla yetinmeyip Gül’ün de devrede kalmasını isteyeceği anlaşıldı.

Obama’nın Avrupa Birliği vurgusu da önemliydi.

Yeni Amerikan yönetiminin Ankara’ya bu konudaki desteğinin Bush dönemindekinden daha net ve daha üst perdeden olmasını bekleyebiliriz.

Gerek Obama’nın Avrupa Birliği projesine Bush’a nazaran daha fazla sempati duyması, gerekse Avrupa’nın Obama’ya, dolayısıyla da ondan gelecek telkinlere çok daha yumuşak bakması bu beklentiyi besliyor.

Obama’nın Gül ve Erdoğan görüşmelerindeki diğer önemli nokta, Amerikan Başkanı’nın Türkiye’nin bölgesindeki önemli rolünün altını çizmesiydi.

Bu kapsamda, özellikle Erdoğan’a söylediği “Ortadoğu’da barış sürecinde şahsınızın liderliği hayati önem taşıyor. Amerika, Türkiye’nin hassasiyetlerini her zaman anlayışla karşılıyor” sözü, Obama’nın “one minute cevabı” sayılabilir.

Obama, mealen “Erdoğan’ın Davos çıkışının sebeplerini anlayabiliyoruz ve bölgedeki yapıcı rolünü bu çıkıştan sonra da sürdürmesinden yanayız” demiştir.

Soykırım için ne diyecek?

Son olarak, Obama’nın Türkiye ile birçok konuda işbirliği niyetini anlatırken “Ermenistan’la ilişkiler başta olmak üzere” ifadesini kullanmasının altını çizebiliriz.

Bu mesaj, Ankara-Erivan ilişkilerinin normalleşmesine gönderme yaparken, soykırım tartışmasının gerek bu normalleşme sürecini gerekse Türk-Amerikan ilişkilerini sekteye uğratmasına karşı bir anlayış da içermektedir.

Peki, bundan ne sonuç çıkarmalıyız?

Acaba Türk diplomasisinin “Soykırım derseniz ilişki onulmaz bir yara alır” mesajı yerini buldu ve Obama’yı bu konuda bilinen siyasi tutumundan ve ahlaki tercihinden uzaklaştırdı mı?

Sanmıyorum.

Washington’dan kulağıma gelenler, Obama’nın 24 Nisan’da yayımlayacağı Anma Günü Mesajı’nda “soykırım” kelimesini kullanmaktan henüz vazgeçmediği yönünde.

Başkan’ın açıklamasında bir yandan “Osmanlı Ermenilerinin soykırıma maruz kaldığı yönünde Amerikan belgelerine de yansımış genel bir kabul”e değinmesi, bir yandan da bu konuda ne kendisinin ne de Kongre’nin yetkili olduğunu ifade etmesi mümkün.

Obama şöyle diyebilir:

“Bu konuda hüküm vermek ne Amerikan Başkanı olarak benim ne de Amerikan Kongresi’nin üzerine vazifedir. Tarihte yaşanan acılara ilişkin ortak bir anlayış ancak Türkiye ile Ermenistan’ın diyalogu yoluyla, iki ülke tarihçilerinin, siyasetçilerinin katılımıyla, en önemlisi de iki ülke halklarının vicdanlarında oluşabilir.”

Böylece Obama, selefleri gibi soykırımın tanımını yapıp adını vermemek yerine, “soykırım” kelimesini telaffuz etse de bunu bir “hüküm” olarak dayatmayan, hatta Kongre’yi bunu yapmaktan açıkça caydıran bir tutum almış olur.

Ancak böyle bir ifadenin bile, Türkiye’de milliyetçi bir öfke dalgasına neden olabileceğini hesaplayan Amerikalı yetkililer de var ve yeni başkanı eski açıklamaların bir adım bile ötesine geçmemesi konusunda uyarıyorlar.

Buradaki sorun ise eski tavrı sürdürmenin Obama’nın kişiliğine aykırı düşmesi değil sadece...

“Başkan, Türkiye ile ilişkileri ‘iyi’ götürmek ve Türk-Ermeni yakınlaşmasını zorlaştırmamak adına ‘doğru’ bildiğini söylemekten imtina etse bile,” diyor bir Amerikalı diplomat, “sonrasında ne olacak, Kongre’yi nasıl durduracağız?”

Dönüp dolaşıp aynı çıkmaza varıyoruz velhasıl.

“Önce devlet, sonra akıl” çıkmazına.

(Bu konuya devam edeceğim.)
Yasemin Çongar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder