20 Şubat 2009 Cuma

Kibirin iktidarı

Her şeyin bir bulmacanın parçaları gibi böylesine bütünleşeceğini öngörmek pek de kolay değildi. Hele Ergenekon davasına ilişkin kuşku yaratmayı stratejik olarak benimsemiş bunca devlet ve medya organı varken... Ama bir zihnî ortamın içinde en güçlü olan yanınız, o zihnî ortam değiştiğinde bir anda en zayıf yönünüz haline gelebiliyor. Türkiye’deki bürokratik elit ve onun yandaşı olan işadamı kesimi de kullandıkları gücün baki kalacağından ve etkisini hiçbir zaman yitirmeyeceğinden çok eminlerdi... Bu durum söz konusu kişileri epeyce kendinden emin, kibirli bir havaya sokmuştu. O kadar ki kullandıkları gücün nişanesi olarak daha da müdanasız davranmayı bir statü haline getirmişlerdi. Yargıdan korkmak, polisten çekinmek gibi özellikler alt sınıfların dünyasında geçerliydi. Onlar bizim dünyamızın üzerinde dokunulmazlığın egemen olduğu bir alanda yaşıyorlardı... Onlar hikmeti sual edilmeyen efendilerdi...

Otoriter zihniyetin şekillendirdiği bir devlet ve yönetim anlayışının hakimiyeti altında, müdanasızlık bir risk değil, aksine bir prestij kaynağıydı. Bu durumun değişmesi ise gerçek dışı gözüküyordu. Arkada sorgulanması olanaksız kılınmış bir kemalizm, ona sıkı sıkıya bağlı laiklik ve milliyetçilikle birlikte, gerçek iktidara yaklaşmak bile ancak tepedekilerin tenezzülü ile olabilecek bir şeydi. Dolayısıyla risksiz bir dünyada, hiçbir çekinceleri olmadan yaşadılar, konuştular, bilgi biriktirdiler ve o bilgileri tasnif edip sakladılar...

Ergenekon davası başladığında birçok kişi zanlıların evlerinden çıkan bilgiler karşısında şaşırırken, “bu insanlar aptal mı ki o belgeleri saklamışlar” diye sormuştu. Aslında söz konusu zümreyi kendileriyle karşılaştırmaktaydılar. Sade vatandaşlar olarak bir suç işlediğimizde, eğer vicdan azabı ile teslim olmayacaksak, gerçekten de ilk düşüneceğimiz şey muhtemelen delilleri yok etmek olacaktır. Ama Ergenekon ağındaki kişiler için bu geçerli değil... Öncelikle bilginin güç olması nedeniyle. Diğer bir deyişle kendi aleyhinize olan her bilgi, başkalarını da kendinize ortak etmenin aracını oluşturuyor. O nedenle delilleri yok etmek çıplak kalmak anlamına geliyor... Ama belki daha da önemlisi, yönetici elitin parçası olmanın verdiği bir özgüvenle müdanasızlığın içselleştirilmiş olmasıdır. Bu kişiler yakalanmayacaklarını, kimsenin buna cesaret edemeyeceğini, yakalansalar bile başlarına bir şeyin gelmeyeceğini, ellerindeki bilginin onları mahkûm ettirmeyecek kadar kıymetli olduğunu ve nihayet iktidara egemen olan bürokratik mekanizmanın onları kurtarmak zorunda kalacağını düşünmekteydiler. Söz konusu bilgi ve belgenin saklanması da muhtemelen bu korumanın garanti altına alınması için yapılmaktaydı.

Bu müdanasızlığın düzeyi ve ima ettiği inanılması güç rahatlığı şimdi daha iyi anlaşılıyor. Çünkü aynı davranış kalıbı, soruşturmanın gelinen noktasında bile aynı şekilde devam ediyor. Eruygur’un eşi telefonda hangi mahkeme heyetlerinin kendilerinden yana olduğunu söylüyor, zanlılar doktor marifetiyle ‘hasta’ oluyorlar ve ardından nöbetçi mahkeme marifetiyle tahliye ediliyorlar ve bütün bunlar kör gözüm parmağına yapılıyor. Bu arada askerî yargı üç yıldır beklettiği dosyayı aniden yürürlüğe sokup kendince birilerini gözaltına alıyor. Askerî yargının uhdesinde yaşanan Şemdinli olayını çok iyi bildiğimiz için bunun da ne anlama geldiğini kavrıyoruz.

Sorun şu ki, farklı bir dönemde yapanın yanına kâr kalacak olan bu eylemler ve gaflar, önümüzdeki dönemde zanlıları ‘suçlu’ kılacak olan delillerin parçası olacak. Çünkü zihnî ortam değişti... Devletçi yönetimin üretmiş olduğu bu gaspçı elitin, artık toplumun geneli nezdinde meşruiyeti yok. Bugünün algılaması içinden bakıldığında, iktidara açıkça el konmuş olduğu ve yaratılan olanakların güç ve servete dönüştürüldüğü değerlendirilmesi yapılıyor.

Ama daha derinde bir şey daha oluyor... Toplumun özellikle muhafazakâr kesimi, sadece iktidar imkânlarına değil, bizzat kendi kültürüne, tarihine, ruhuna da el konmuş olduğunu düşünüyor. Ergenekon teşkilatlanmasının gayrimeşru hale gelmesinin nedeni sadece darbe yapmaya yeltenmesi ve bu uğurda cinayet bile işlemekten çekinmemesi değil. Bunun yeterince ağır bir suç olduğu ortada olsa da, psikolojik açıdan o müdanasızlığın yarattığı olumsuz hissiyatın etkisinin daha yaygın ve kalıcı olduğunu görmekte yarar var. Ergenekon tertibi, Karamehmet ve diğerleri üzerinden medyaya bulaşma biçiminden Hrant’ın katlinde sergilediği vurdumduymazlığa kadar, aslında tek bir mesaj veriyor: Kibir... Ve bu toplum o kibiri şimdi sahiplerine iade ediyor.

Dava süreci nasıl işler, zanlılardan kaçı suçlanır, hangileri paçayı sıyırır bilemeyiz. Ama bu insan güruhunun toplum genelinin algılamasında tümüyle insaniyet dışına düşeceğini biliyoruz. Onların kendilerine atfettikleri ve alışık oldukları şişirilmiş benliğin değeri şimdi yeniden belirleniyor ve bunun yüksek bir değer olmayacağı da belli.

Bu sonucu kabullenmeleri kolay değil. ‘İsyan’ edecekler... Ve daha da fazla hata yapacaklar. Alışkanlıkları ve kişilikleri birer demir pranga gibi onları Ergenekon’un bulanık sularında dibe çekmeye devam edecek.
Etyen Mahçupyan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder