20 Şubat 2009 Cuma

Eksen kayması mı, liberal dönüşüm mü?

Türk dış politikasında 'sessiz devrim' yaşanıyor. Batı'dan Doğu'ya kaydığı yolundaki eleştirilerin aksine dış politikada liberal bir dönüşüme tanık oluyoruz. Temelinde 'işbirliği', 'müzakere' ve 'çok taraflılık' ilkeleri bulunan 'liberal dış politika', 1999'dan sonra artan bir derinlikte ve genişlikte uygulama alanı buluyor.

Liberal dönüşümü anlamak için dış politikada yıllarca etkin olan 'geleneksel' dile, söyleme ve pratiğe bakmak gerek. Etrafı 'düşmanlarla çevrili' bir Türkiye bu dilin ve pratiğin tam merkezidir. Müthiş 'araçsallık' taşımıştır bu tablo. Düşmanlarla çevrili olma durumu, toplumu sürekli bir 'varoluşsal anksiyete' içinde tutmak ve buradan da militarist bir siyasal/toplumsal düzen kurmak, bu düzeni meşrulaştırmak, toplumsallaştırmak ve yeniden üretmek için vazgeçilmezdi.

Dahası, çevremizdeki düşmanların mutlaka içeride de uzantıları olmalıydı; 'iç düşmanlar'. Dolayısıyla içeride ve dışarıda 'çevrelenen' bu ülkenin temel meselesi 'güvenlik'ti. Her ne pahasına olursa olsun sağlanması meşru olan bir 'güvenlik' meselesine 'kilitlenmiş' bir toplum için demokrasi, hukuk ve çoğulculuk acaip lüks, hatta riskli taleplerdi.

Türkiye'de 'militer' kurumların ve siyasal kültürün otoritesini sarsan bir gelişmeyle, çevresinde herkesi düşman gören bir anlayıştan çevresindeki ülkelere 'işbirliği yapılabilir ortaklar' olarak bakan bir yaklaşıma geçildi.

Öte yandan, dört yanımızın düşmanlarla çevrili olduğu söylemi 'müttefik' devşirmek için de kullanıldı. Türkiye, bölgesindeki savaşları, gerginlikleri ve istikrarsızlıkları çok da dert etmedi. İran ve Irak 1980'lerde birbirleriyle sekiz yıl savaşmış, ama Türkiye bundan pek şikâyetçi olmamıştı. Birinci Körfez Savaşı patlayınca da kimsede bir telaş görülmedi. Aksine, Soğuk Savaş'ın ardından, Batı nezdinde Türkiye'nin stratejik değerinin azaldığını düşünenler için Irak'ın Kuveyt'i işgaliyle başlayan yeni durum Türkiye'nin 'stratejik konum ve değer'ini pazarlamak için bir fırsattı. Benzer şekilde, İran devrimi, Suriye'nin uluslararası toplumla yaşadığı sorunlar, Kafkasya'daki kaos ve gerginlik Türkiye için sorun teşkil etmediği gibi aksine, 'istikrarsızlık ve kaos bölgesinde' Türkiye'yi bir 'istikrar adası' olarak öne çıkarıyor, müttefikleri nezdinde vazgeçilmez kılıyordu.

Dolayısıyla Türkiye için bölgede barış ve istikrarın kurulması çok da anlamlı değildi, hatta istikrarsızlık ve çatışmalardan uzak durabildiği sürece bundan stratejik bir getiri bile vardı Türkiye için. Ama aşağı yukarı son on senedir tablo çok değişti. Türkiye artık bölgesinde gerçekten barış ve istikrar istemekle kalmıyor, bunu kuracak girişimlerin de mimarlığını yapıyor. Kafkasya'da inisiyatif alıyor, Suriye ile İran'ı dünya ile barıştırmaya çalışıyor, Lübnan'da barış gücü bulunduruyor, Filistin meselesinde çözümden yana ağırlığını koyuyor...

Neden? Çünkü, Türkiye önceliklerini yeniden kurdu. Bunlar; demokrasi, ekonomik kalkınma ve AB üyeliği. Bu hedefler Türkiye'nin bölgeye bakışını dönüştürdü. Artık demokrasinin bu ülkede derinleşmesi için, bölgede barış ve işbirliğinin yerleşmesi gerektiği; kalkınma için kaotik bir bölgede oturarak blok patronu ülkeden ekonomik yardımlar almanın işe yaramayacağı; bölgeye ve dünyaya ekonomik anlamda entegre olmadan, AB ile ilişkileri geliştirmeden, küresel yapılarla işbirliği yapmadan ekonomik kalkınmanın gerçekleşmeyeceği; AB üyeliğinin bu iki büyük hedefi tamamlayıcı ve kolaylaştırıcı bir araç olduğu anlaşıldı.

Avrupa'da kimse savaş ve gerginliklerin egemen olduğu bir coğrafya ile komşu olmak istemiyor. Türkiye'ye yönelik itirazların birisi de bu. Dolayısıyla, bölgedeki çatışma ve istikrarsızlıklar üzerinden Batı ittifakı içinde konumunu pekiştirmeye çalışan değil, bölgeyi barış ve işbirliği zeminine taşıyarak Batı içinde konumunu pekiştiren bir Türkiye var.

Kısaca dış politikada 'eksen kayması' değil, aksine 'liberal' bir açılım yaşanıyor.

İhsan Dağı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder